UHA/ İnternational News Agency
Yazar* Dr. Hande ORTAY
ANKARA, 29 MAYIS 2025
Son yıllarda Avrupa’nın siyasal haritasında önemli bir dönüşüm yaşanıyor. Bir zamanlar marjinal görülen, sistemin dışında tutulan milliyetçi partiler ve söylemler, artık merkez siyaseti zorluyor; hatta bazı ülkelerde iktidarın asli unsurlarından biri hâline geliyor. İtalya’dan Fransa’ya, Almanya’dan İsveç’e kadar birçok Avrupa ülkesinde seçmen davranışları, milliyetçi, göç karşıtı ve popülist çizgilere kayıyor. Sandıklardan çıkan sonuçlar, artık sadece yerel yönetimlerin değil, Avrupa Birliği’nin geleceğini de yeniden tartışmaya açıyor.
Bu gelişmeleri dikkatle izleyen Türkiye’de ise şu sorular daha sık duyulmaya başlandı: “Avrupa’da yükselen milliyetçilik bizde de karşılık bulur mu?” ya da daha net bir ifadeyle: “Türkiye bu yeni dünya düzeninde nasıl bir milliyetçilik anlayışına yöneliyor?”
Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle milliyetçilik kavramının iki farklı coğrafyada nasıl kodlandığını doğru analiz etmek gerekir. Avrupa’da yükselen milliyetçilik, büyük ölçüde bir tepki hareketidir. Globalleşmenin getirdiği kimlik bulanıklığına, ekonomik eşitsizliklere, kitlesel göç hareketlerine ve Batı değerlerinin dönüşümüne karşı doğan bir refleks… Bu refleks, “ulusal kimliği” bir koruma kalkanı olarak konumlandırır. Sınırların, kültürün, hatta dilin yeniden tanımlandığı bir çağda, bireyler bu milliyetçi söylemlerde bir aidiyet ve güvenlik hissi bulur.
Ancak bu tepki temelli milliyetçilik, beraberinde dışlayıcılığı, yabancı düşmanlığını ve toplumsal çatışmayı da getiriyor. Bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde, göçmenler sadece birer ekonomik figür değil; aynı zamanda siyasal tartışmaların merkezinde “öteki”leştirilen kimlikler olarak kodlanıyor. Bu da milliyetçiliği kapsayıcı değil; ayrıştırıcı ve tehditkâr bir ideolojiye dönüştürüyor.
Türkiye’de Milliyetçiliğin Tarihsel Seyri
Peki Türkiye’de durum farklı mı?
Evet, Türkiye’nin milliyetçilik tecrübesi Avrupa’dan çok daha farklı bir tarihsel ve kültürel bağlama oturur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ideolojisi, etnik bir milliyetçilikten ziyade vatandaşlığa dayalı, seküler ve modern bir ulus-devlet projesine dayanır. “Türk” kimliği, 1920’lerden itibaren farklı etnik ve dini kökenleri ortak bir siyasi kimlikte birleştirmeyi hedefleyen kapsayıcı bir çerçeve olarak tanımlanmıştır. Elbette bu süreç sancısız olmamıştır, kimi dönemlerde milliyetçilik dar bir ideolojik kalıba sokulmuş, toplumsal gerilimlerin zemini hâline gelmiştir. Ancak yine de Türkiye’deki milliyetçilik, Avrupa’daki gibi bir “kültürel korku” ekseninden değil; daha çok “devletin bekası” ve “birlik” kavramları üzerinden şekillenmiştir.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de milliyetçiliğin potansiyel olarak kapsayıcı ve birleştirici olabileceğini söylemek mümkündür. Ne var ki bu potansiyelin pratiğe ne kadar yansıdığı, siyasi aktörlerin söylem tercihleriyle yakından ilgilidir. Türkiye’de milliyetçilik, dönem dönem popülist siyasetin elinde daraltılmış; güvenlikçi politikaların meşrulaştırılması için araçsallaştırılmıştır.
Avrupa’daki Dalgadan Türkiye Ne Kadar Etkilenir?
Günümüzde Avrupa’da milliyetçiliğin yükselişinde etkili olan birçok faktör, Türkiye’de de belirli ölçülerde karşılık bulabilir: Ekonomik belirsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizlik, göç meselesi ve toplumsal kutuplaşma… Türkiye, özellikle 2011 sonrası Suriyeli göçmen akınıyla birlikte Avrupa’dakine benzer sosyolojik kırılmalar yaşamaya başladı. Bu durum, hem yerli nüfusta geleceğe dair kaygıları tetikledi hem de milliyetçi söylemlerin toplumsal meşruiyetini artırdı.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken temel fark, Türkiye’nin çok daha genç, dinamik ve politik olarak mobilize bir toplum olmasıdır. Türkiye’de siyasal kimlikler, sadece etnik ya da ideolojik çizgilerle değil; aynı zamanda sosyo-kültürel aidiyetler ve dini referanslarla da şekillenmektedir. Dolayısıyla Avrupa’daki gibi yekpare bir “milliyetçilik” tanımının Türkiye’de birebir karşılık bulması oldukça zordur.
Bir diğer önemli fark, Türkiye’deki milliyetçiliğin hâlâ güçlü bir devletçi damar taşımasıdır. Avrupa’da bireyin devlete karşı özgürlüğü temel bir siyasal referansken; Türkiye’de devlet, toplumun şekillendirici gücü olarak görülür. Bu, milliyetçilik anlayışının da daha çok “koruyucu” ve “sahip çıkan” bir dille beslenmesine neden olur.
Milliyetçiliğin Yeni Yüzü: Kapsayıcı, Demokratik, Gelecek Odaklı
Bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en temel soru şudur: Milliyetçilik yeniden nasıl tanımlanmalı?
Eğer milliyetçilik, geçmişe dönük bir nostalji değil de geleceğe dair bir tahayyül olacaksa, onun dışlayıcı değil kapsayıcı, kutuplaştırıcı değil birleştirici bir dile oturması gerekir. Bugün genç kuşaklar, sadece etnik ya da dini aidiyet üzerinden değil; çevre, dijital haklar, adalet ve toplumsal cinsiyet gibi çok boyutlu meseleler üzerinden kimlik inşa ediyor. Bu gençlerle bağ kuramayan bir milliyetçilik, sadece ideolojik bir tekrar olmaktan öteye geçemez.
Milliyetçilik, yeni kuşaklara umut veren, onları bu ülkenin geleceğinde aktif ve eşit paydaşlar olarak gören bir vizyon sunmalıdır. Bu vizyon, ne Avrupa’daki gibi göçmen karşıtı bir reaksiyonla ne de geçmişe saplanmış bir mitolojiyle kurulabilir. Türkiye’nin güçlü olduğu yön; tarihinden beslenerek ama geleceğe bakarak siyaset üretmesidir. Bu nedenle bizim ihtiyacımız olan şey, milliyetçiliği evrensel değerlerle buluşturacak yeni bir siyasal dil geliştirmektir.
Sonuç Yerine: Aynı Gemideyiz
Milliyetçilik, doğru tanımlandığında ulusu bir arada tutan bir bağ; yanlış kullanıldığında ise ayrıştırıcı bir duvara dönüşebilir. Bugün Avrupa’daki örnekleri izlerken Türkiye’nin düşeceği en büyük tuzak, bu siyasal dalgayı taklit etmeye çalışmak olacaktır. Oysa Türkiye’nin bu tartışmaya kendi birikimiyle, kendi özgünlüğüyle katkı sunması gerekiyor.
Çünkü biz, aynı gemideyiz. Bu gemi sadece Türkleri değil; Kürtleri, Alevileri, Sünnileri, Hristiyanları, Lazları, Çerkesleri, Romanları da taşıyor. Ve bu geminin rotasını belirleyecek olan, sadece rüzgârın yönü değil; bizim pusulayı neye göre tuttuğumuzdur.
Milliyetçilik, eğer bizi ortak bir gelecek için bir araya getirecekse kıymetlidir. Aksi hâlde, yalnızlaşan bireylerin ve toplumların yeni çıkmazı olmaktan öteye gidemez.
***
Yazar hakkında