* Çin’in Uygur Türklerine yönelik politikaları ve sessiz bırakılan bir halk…
* İsrail ve Filistin savaşında karar vericiler ve bedel ödeyenler…
*ABD ve küresel güç düzeni: Hegemon mu yoksa ticaret imparatoru mu?…
*Rusya: Parçalanan Sovyetler’den sonra süper güç sevdası…
*Ukrayna Krizi: Avrupa’nın hesap hataları ve cahil cesareti…
*Kıbrıs Sorunu: Tanınmayan KKTC ve görmezden gelinen Türk varlığı…
*Türkiye: Umut veren söylemler ve büyüyen endişeler… *İstanbul: Dünyanın en güzel ve yaşanır şehri. bir de o fakirlik olmasa…
*Hollanda: 60 yıldır yaşadığım, dünyanın en refah ülkelerinden biri…
*Tüm bu karmaşanın içinde hâlâ ayakta kalan insanlık değerleri…
(Haberin Hollandacası en altta.
Nederlandse versie staat onderaan)
* İşte detayı!…
UHA / İnternational News Agency
İlhan KARAÇAY dünyayı inceledi ve yazdı:
ANKARA, 02 ARALIK 2025
Bir sabah oturdum ve düşündüm. Bu yaştan sonra ben, niye yola çıkarım? Para için değil. Şöhret için değil. Gezmiş olmak için hiç değil. Ben dünyayı gezmeye, insanı yerinde anlamak için çıktım. Bu yolculuğa çıkarken aklımda turistik fotoğraflar yoktu. Ne Eyfel’in önünde poz verme derdim vardı, ne de “şurada da bulunmuştum” demek gibi bir hevesim. Zira geçmişte bunların hepsini görmüş ve yaşamıştım.
Ben dünyayı kartpostallardan değil, yüzlerden okumak istedim. Çünkü artık şunu fark ettim: Dünya, masa başından anlaşılmıyor. Dünya, stüdyodan anlatılamıyor. Dünya, koltukta oturarak yorumlanamıyor. Dünya, yerinde görülerek anlaşılır.
Hangi ülkeye gittiysem kendime şunu sordum: ‘Burada insanlar sadece hayatta mı kalmaya çalışıyor yoksa hâlâ yaşamaya mı çalışıyor?’
Aradığım aslında manzara değildi, insandı. Ve hemen şunu gördüm: Dünya büyük bir televizyon yalanı değil, ama televizyon dünyayı çok küçük ve çok çarpık gösteriyor.
ÇİN VE UYGUR SORUNU: SESSİZLİĞE MAHKÛM EDİLEN BİR HALK
Çin, dışarıdan bakılınca kusursuz bir makine gibi ve dev bir güç. Aynı zamanda kendi sergilediği imajın esiridir. Teknoloji üreten, fabrikalarıyla dünyayı dolduran, limanlara hükmeden bu dev ülke. Ekonomisiyle, teknolojisiyle, disipliniyle dünyaya meydan okuyor gibi. Her şey sistemli, her şey düzenli, her şey kontrol altında.
Ama konu ‘Uygurlar’ olduğunda, gücünü korkuya dönüştüren bir devlete dönüşüyor. O dev güç, bir halktan korkuyor.
Sorunun kökü, sadece azınlık politikası değildir. Bu mesele, Çin’in kültürel homojenleştirme takıntısından kaynaklanıyor. Pekin yönetimi şunu istiyor: ‘Tek dil, tek kimlik, tek resmi tarih.’
Ama Uygurlar bu kötülüğü kabul etmiyor. Çünkü Uygurlar sadece bir etnik grup değil, bin yıllık bir kültürdür. Dilleri, müzikleri, yemekleri, inançları. Hepsi bir hafızadır. Ve işte tam da bu yüzden Çin, onları sadece susturmuyor. Onları unutmak zorunda bırakmak istiyor. Toplama kampları, yeniden eğitim merkezleri adı altında kurulan sistemler. Ama gerçekte olan şu: Bir halkın kimliği törpüleniyor. Uygur bölgesine vardığınızda şunu hissediyorsunuz: Binalar modern, yollar geniş, her şey var. Ama ruh eksik. İnsanlar konuşurken etrafına bakıyor. Sohbet ederken sesi kısılıyor. Bazı kelimeler yarım kalıyor.
Bir Uygur şöyle dedi: “Burada sözler serbest değil, sadece nefes almak serbest.”
Ama buna rağmen, bir şey hâlâ yaşıyor orada: Kültür. Bir anne çocuğunun kulağına gizlice Uygurca bir ninni fısıldıyor. Bir yaşlı, evinde yasak olduğu halde eski bir türkü mırıldanıyor. Bir genç, telefonunda gizli gizli kendi tarihini okuyor.
Şunu anladım: Baskı suskunluk yaratır ama hafızayı öldüremez.
Ve tüm dünya ve hatta Türkiye Ucuz Çin mallarından vazgeçmemek için vicdanını taksitle susturuyor.
İSRAİL VE FİLİSTİN SAVAŞI: SAVAŞI YÖNETENLER VE ACISINI ÇEKENLER
Bu coğrafyada taş bile yorgun. Her sokakta bir hikâye, her duvarda bir kayıp var. Yıkılmış evler, parçalanmış hayatlar, sessiz kalan dünya. Filistin tarafında yıkılmış evler, yerde toz, havada siren sesi, gökyüzünde dron uğultusu. Bir çocuğa soruluyor: “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” Çocuk duruyor ve şöyle diyor: “Büyümek istiyorum.”
Bu cümle bütün diplomasi metinlerinden daha ağırdır.
Ama işin diğer tarafında, İsrail’de yaşayan sıradan bir kadın da şunu söylüyor: “Biz de korkuyla yaşıyoruz. Ama korku, başkasının canını almaya gerekçe olmamalı.”
İşte gerçek burada. Sorun sadece iki halk arasında değil. Sorun, bu korkuyu siyasete, bu acıyı yatırıma, bu savaşı stratejiye dönüştürenlerde.
Bu meselenin kökü, 1917 Balfour Deklarasyonu’na, 1948’deki Nakba’ya ve Batı’nın Ortadoğu’daki çıkar hesaplarına uzanır. Bir halkın vatan diye gördüğü yer, bir başka halk için güvenlik alanı olarak sunuldu.
Ve bu yanlış hesap, on yıllardır kanla ödeniyor. Çocuklar ölüyor ama karar masasında çocuk yok. Anneler ağlıyor ama müzakere masasında onları kimse temsil etmiyor. Sokaklar yanıyor ama yangını çıkaranlar klimalı odalarda oturuyor.
Savaşın kazananı yoktur. Ama kaybedenleri her gün artıyor.
ABD VE KÜRESEL HEGEMONYA:
DÜNYANIN PATRONU MU, TACİRİ Mİ?
Amerika’ya gittiğinizde, size satılan ilk şey özgürlük olur. Ama fiyat etiketi hep arkada gizlidir.
Bir üniversite öğrencisi, “Amerika gerçekten özgür mü?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Özgür olmak pahalıdır. Biz çoğu zaman onu karşılayamıyoruz.”
Bu ülke, dünyaya demokrasi ihraç ettiğini söyler ama, arka kapıdan silah satar. Bir yandan insan haklarından söz eder, öte yandan milyonlarca insanın iç işlerine burnunu sokar.
Sorunun kökü şudur: “Amerika için demokrasi bir değer değil, çıkar aracıdır.” ABD’ye uymayan hükümetler devrilir. Uyanlar desteklenir. Petrol olan yerlere özgürlük gider. Olmayan yerlere ise sadece nasihat.
Ama şu da açıktır: “Amerika sadece Pentagon’dan ibaret değildir.” Orada da sokakta yaşayan, direnen, vicdanını kaybetmemiş insanlar vardır. Devlet başka, insan başkadır.
Amerika, sadece dünya jandarması değil. Bugün aynı zamanda kendi sokaklarında bile güvenliği tartışılan bir ülke.
Birkaç gün önce yaşanan yeni bir terör saldırısı, bunun en acı örneklerinden biri oldu. Her olaydan sonra benzer cümleler kuruluyor: “Tedbirler artırılacak… Güvenlik gözden geçirilecek… Sorumlular bulunacak…” Ama değişen bir şey oluyor mu? Hayır.
Çünkü Amerika’da sorun silah değil. Sorun, silaha tapınan bir zihniyettir. Özgürlük, burada çoğu zaman başkasının canına mal olan bir ayrıcalığa dönüşüyor.
Bir başka son gelişme daha: Venezuela’daki durum. Venezuela artık sadece ekonomik bir çöküş değil, küresel bir hesaplaşma alanıdır. Bir zamanlar petrol zengini olan bu ülke, bugün yoksulluğun ve siyasi tıkanmanın sembolüne dönüşmüştür.
Ancak ABD’den buraya “demokrasi için” bir müdahale beklemek saflık olur. Çünkü Washington’un derdi özgürlük değil, enerji ve jeopolitik kontroltür.
Ve bugün artık şu cümle daha sık kuruluyor: ABD’nin Venezuela’ya müdahale edeceği iddiaları yoğunlaşıyor. Bu kez “dünya jandarması” rolüyle değil, açık çıkar hesabıyla.
…Ve bugün Amerika’nın en büyük sorunu da budur: “Kendi halkıyla bile arasında büyüyen mesafe.”
RUSYA: PARÇALANAN BİR İMPARATORLUĞUN RUH HALİ
ABD’nin yönlendirdiği Gorbaçov, Sovyetler Birliği’ni çökertti. Ama yıkılan sadece bir rejim değildi. Bir hayal, bir güç duygusu, bir dünya iddiası da dağıldı. Ve o enkaz, hâlâ Rus halkının omuzlarında.
Bir Rus emekli şöyle dedi. “O zaman özgür değildik. Şimdi de huzurlu değiliz.”
Rusya bugün geçmişine sıkışmış bir dev. Bir yandan eski gücüne dönmek istiyor. Bir yandan yeni dünyada yer bulamıyor.
Bir ülke sadece haritayla toparlanmaz. Önce ruhunu toparlaması gerekir. Ve Rusya hâlâ bunu yapmaya çalışıyor ama bazen yanlış yollardan geçerek. Gücü güvenliğin yerine koyuyor. Ve bedelini yine halk ödüyor.
Sorunun kökü şudur. Gücü güvenlik zanneden bir zihniyet. Ve o güvenlik adına yapılan her hamle, yeni güvensizlikler doğurur.
Bedelini kim ödüyor? Siyasetçiler değil. Cephede ölen gençler. Markette fiyatları sayan kadınlar. Kira yetiştiremeyen işçiler.
UKRAYNA: BİR KOMEDYENİN RUH HALİ VE AVRUPA’NIN CAHİL CESARETİ
Ukrayna artık sadece bir ülke değil. Bir cephe hattı. Avrupa, bu savaşı uzaktan izlerken, barıştan değil, jeopolitik kazançtan söz ediyor. Ukrayna’da gençler liderlik tartışmasını çoktan bırakmış durumda. Onlar sadece yaşamak istiyor.
Zelenski bir lider olabilir. Bir komedyen de olabilir. Ama Avrupa’nın onu, dünyayı ateşe atacak kadar sahiplenmesi, tarihi bir körlüktür. Çünkü gençler şunu söylüyor: “Bize silah değil, barış lazım.” Ama silah satmak, barış satmaktan her zaman daha kârlı.
Sorunun kökü şudur. Barış kazandırmaz. Silah ise çok kazandırır. Bu dünyada artık vicdan değil, bütçe konuşur.
KIBRIS: TANINMAYAN DEVLET VE UNUTULMAYA ZORLANAN HALK
Kıbrıs meselesi sadece bir ada meselesi değildir. Bu, uluslararası ikiyüzlülüğün açık fotoğrafıdır. Kasıtlı olarak bölünmüş devletler bile dünyada bir şekilde tanınırken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti hâlâ yok sayılıyor. Kendi toprağında var, dünya haritasında yok.
Sorunun kökü Rum tarafının tek egemen devlet olarak sunulması değildir sadece. Sorunun kökü, Batı’nın çıkar terazisidir.
Kosova’yı tanıyanlar, Güney Sudan’ı alkışlayanlar, KKTC söz konusu olunca susuyor. Çünkü Kıbrıs, satranç tahtasında bir taş. Ama o taşın üzerinde yaşayan bir halk var. Gençleri göç ediyor. Ekonomi kırılgan. Umudu sınır kapılarında tükeniyor.
Kıbrıs’ta dolaşırken garip bir duygu var. Hem evindesin hem yabancısın. Bir taraf tanınıyor. Bir taraf yok sayılıyor. Ama adalet bu mu?
Bir Kıbrıslı Türk şöyle dedi: “Biz en çok dünyaya değil, bazen kendimize yeniliyoruz.” En acısı şu. Bazı Kıbrıslı Türkler, “Rum tarafına bağlanalım” diyor. Bu, geçmişin acılarını bilmeden geleceği satmaktır.
Bir esnafın cümlesi ise şuydu: “Bayrak karnı doyurmuyor abi. Ama hafıza satılmaz.” Buna rağmen hâlâ bu toprağa sahip çıkanlar var. Hâlâ bu hafızayı terk etmeyenler var.
TÜRKİYE: UMUT, YORGUNLUK VE
ARADA KALAN BİR ÜLKE
Türkiye artık sadece bir ülke değil. Bir ruh hali. Bir yanı geçmişinin gururuyla yaşayan, bir yanı bugünün yükünü taşımakta zorlanan bir toplum. Sorunun kökü sadece ekonomi değil. Sorun, güvenin aşınması. Adalet duygusunun zedelenmesi. Geleceğin flu hale gelmesi.
İnsanlar artık şunu soruyor: “Bu ülkede hayal kurulur mu yoksa sadece sabredilir mi?” Gençler yurt dışına gitmenin yollarını arıyor. Yaşlılar geçmişi özlüyor. Orta yaşlılar bugünü taşımaktan yorulmuş durumda.
Ama buna rağmen Türkiye hâlâ direniyor. Çünkü bu ülkede hâlâ güçlü bir dayanışma damarı var. Hâlâ düşene el uzatma kültürü var. Hâlâ yok olmamış bir vicdan var.
Türkiye şu an bir yol ayrımında değil. Bir yüzleşmenin eşiğinde. …Ve bu yüzleşme, ya yeni bir diriliş doğuracak, ya da uzun bir yorgunluk.
İSTANBUL: DÜNYANIN EN GÜZEL VE YAŞANIR ŞEHRİ. BİR DE O FAKİRLİK OLMASA…
Bu fotoğrafa bakınca insanın içine garip bir şey çöküyor. Sanki hem bir gurur, hem bir hüzün, hem de tarifsiz bir özlem. Çünkü İstanbul, yalnızca bir şehir değil. O, bir hatıralar atlası, bir medeniyet yorgunu ve aynı zamanda bir direniş mekânı.
Boğaz, gecenin içinde bir gümüş yol gibi uzanıyor. Köprü, iki kıtayı değil, iki ayrı ruh halini birbirine bağlıyor. Bir yakasında geçmiş… Diğer yakasında belirsiz bir gelecek.
“Boğaziçi şen gönüller yatağı…” diye başlayan o eski şarkılar boşuna söylenmedi. Bu şehir, vaktiyle gerçekten de şen gönüllerin yatağıydı. Aşıkların buluştuğu, şairlerin ilham aldığı, gurbetçilerin veda ederken son kez baktığı yerdi.
Bugün ise İstanbul biraz daha yorgun. Biraz daha gürültülü. Biraz daha sabırsız. Ama hâlâ büyüleyici.
Lüks gökdelenlerin gölgesinde sıkışan hayatlar var artık. Tarih kokan semtlerin yerini betonun sert yüzü alıyor. Ama ne olursa olsun, Boğaz’ın suyuna karışan o kadim ruhu kimse söküp atamıyor.
Orhan Veli’nin dediği gibi, “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı…” Dinlediğinizde hâlâ martı seslerini, vapur düdüklerini ve sokak satıcılarının yankısını duyarsınız.
Ve bir de o derin iç çekişi… Yüzyılların yorgunluğunu taşıyan o sessiz iç çekişi.
İstanbul artık bir masal şehri değil belki. Ama hâlâ bir kader şehri. Sevenini de yoran. Gururlandıran ama aynı zamanda yaralayan.
Ve yine de… Bütün yoksulluğuna, bütün keşmekeşine, bütün kırgınlığına rağmen İstanbul, İstanbul’dur.
Çünkü bazı şehirler yaşanmaz. Bazı şehirler yaşatır insanı. Ve İstanbul, hâlâ yaşatmaya devam ediyor.
HOLLANDA: 60 YILDIR YAŞADIĞIM, DÜNYANIN EN REFAH ÜLKELERİNDEN BİRİ
Ben bu ülkeye geldiğimde takvimler farklıydı. Sokaklar daha sessizdi. İnsanlar daha mesafeliydi. Ama sistem, daha netti.
Hollanda bana şunu öğretti: Refah, sadece para değildir. Refah, kuralların işlemesidir. Refah, hakkın tanınmasıdır. Refah, sıraya girmenin doğal karşılanmasıdır. Burada kimse torpil sormaz. Çünkü sistem torpile izin vermez.
60 yıldır bu ülkede yaşıyorum. Lalelerin açtığı baharları da gördüm. Koalisyon kavgalarının bitmeyen sonbaharlarını da. Hollanda’da hükümet kurmak, bazen mevsim değiştirmekten daha uzun sürer. Ama ilginçtir, devlet aksamaz. Koalisyon tartışmaları aylar sürer. Partiler anlaşamaz. Masalar dağılır, yeniden kurulur. Ama hiçbir Hollandalı şunu sormaz: “Peki şimdi ülke nasıl yönetilecek?” Çünkü burada sistem kişilere değil, kurallara dayanır.
Bir gün bir Hollandalı komşum bana şöyle dedi: “Bizde hükümetler geçicidir ama kurumlar kalıcıdır.”
İşte bu cümle, bu ülkenin özüdür.
Hollanda bazen soğuk görünür. Ama adaletle ısınan bir tarafı vardır. Bazen mesafelidir. Ama güven verir.
Ve ben, 60 yıldır bu ülkede yaşarken şunu gördüm: Refah, lale bahçeleri kadar süslü değil. Ama bir o kadar da emeğe dayalıdır.
DÜNYANIN, YAŞAMAYA DEĞER HÂLÂ GÜZEL TARAFLARI DA VAR
Dünya çok yara aldı. Bunu gördüm. Bunu yaşadım. Bunu dinledim. Ama şunu da gördüm: “Dünya sadece yıkımdan ibaret değil.”
Her bombanın düştüğü yerde birileri enkaz kaldırıyor. Her yıkılan evin yanında birileri yeniden umut kuruyor. Her kararan gökyüzünün ardından bir sabah yine doğuyor.
Ve işte bu yüzden bu yazıyı karamsarlıkla değil, umutla bitirmek istiyorum.
İtalya’da küçük bir kasaba: Sabah erkenden bir fırında yaşlı bir amca vardı. Kahveleri hazırlarken baktı ve dedi ki: “Gelen misafir değildir. Dünyanın her köşesinden gelen, ev sahibidir.” İşte o an anladım. Güzellik bazen bir fincan kahvedir.
Japonya’da bir sabah, küçük bir tren istasyonu: Kalabalık yoktu. Gürültü yoktu. Sadece zaman vardı. Bir adam geldi. Elindeki süpürgeyle peronu temizlemeye başladı. Ama öyle hızlı değil. Öyle acele değil.
Her çöpü alırken hafifçe eğiliyor, her adımı bir ritüel gibi atıyordu. ‘Her gün mü bunu yapıyorsunuz?’ sorusuna, gülümseyerek şu cevabı verdi: “Evet. Çünkü buraya gelen herkesin günü temiz başlasın istiyorum.”
O an anladım: Bazı ülkeler teknolojisiyle büyür. Bazı ülkeler parasıyla. Ama Japonya, sorumluluk duygusuyla büyümüş. Orada sokaklarda çöp göremezsiniz. Ama çöp kovası da yoktur. Çünkü herkes, çöpünü vicdanında taşır.
İşte Japonya bana şunu öğretti: Güzellik bazen tapınak değil, bir davranıştır. Bir düzendeki sessizliktir. Bir insanın işine gösterdiği saygıdır.
Ve bu yüzden diyorum ki: Dünya hâlâ güzel. Çünkü Japonya’da bir adam hâlâ sabahları bir istasyonu temizliyor.
Evet… Çin’de zulüm var. Filistin’de gözyaşı var. Ukrayna’da bombalar var. Kıbrıs’ta yalnızlık var. Rusya’da korku var. Amerika’da fırsatçılık var.
Ve bu yüzden diyorum ki: ‘Dünya kötü değil. Dünya yorgun.’ Ama hâlâ sevgiye açık, umut taşıyan, iyilikle nefes alan insanlarla dolu.
Ben dünyayı gezerken şunu öğrendim: Devletler bozabilir. Sistemler çökebilir. Siyaset kirletebilir. Ama eğer bir insan yolda bir yabancıya gülümseyebiliyorsa, bu dünya hâlâ kurtarılabilir.
Bu yazıyı şöyle bitirmek istiyorum: Dünya kötüye gidiyor olabilir. Ama insan hâlâ güzel kalabiliyorsa, bu yol bitmemiştir.
…Ve sırf bu yüzden gezmeye devam edeceğim. Çünkü dünyayı, haberlerden değil, insanlardan öğrenmek istiyorum.
***************
DE WERELD DOOR DE VOGELVLUCHT VAN İLHAN KARAÇAY
*China’s beleid tegenover de Oeigoerse Turken en een tot stilte veroordeeld volk…
*De oorlog tussen Israël en Palestina: Beslissers en zij die de prijs betalen…
*De Verenigde Staten en de mondiale machtsorde: Hegemon of handelsimperium?
*Rusland:De claim op supermacht na het uiteenvallen van de Sovjet-Unie…
*De Oekraïnecrisis: Europa’s rekenfouten en roekeloze moed…
*De kwestie Cyprus: De niet erkende TRNC en een genegeerd Turks volk…
*Turkije: Hoopvolle uitspraken en groeiende zorgen…
*İstanbul: De mooiste en meest leefbare stad ter wereld. Was er maar geen armoe…
*Nederland: Het land waar ik al 60 jaar woon, een van de meest welvarende landen ter
wereld…
*Midden in deze chaos blijven menselijke waarden overeind…
İlhan KARAÇAY bekeek de wereld en schreef:
Op een ochtend ging ik zitten en dacht na. Waarom ga ik op deze leeftijd nog op reis? Niet voor geld. Niet voor roem. Zeker niet om te kunnen zeggen dat ik ergens ben geweest. Ik vertrok om de mens ter plaatse te begrijpen. Mijn hoofd zat niet vol met toeristische foto’s. Ik had geen drang om voor de Eiffeltoren te poseren, noch om te bewijzen dat ik ergens was geweest, want dat had ik allemaal al eerder gezien en beleefd.
Ik wilde de wereld niet lezen via ansichtkaarten, maar via gezichten. Want ik heb dit begrepen: de wereld wordt niet begrepen vanachter een bureau. Ze kan niet worden uitgelegd vanuit een studio. Ze wordt niet geïnterpreteerd vanuit een luie stoel. De wereld wordt begrepen door haar ter plaatse te zien.
In elk land vroeg ik mezelf dit af: ‘Proberen mensen hier alleen te overleven, of proberen ze nog steeds te leven?’
Waar ik naar zocht, was geen landschap maar de mens. En ik zag meteen dit: de wereld is geen grote televisieleugen, maar televisie laat de wereld veel kleiner en veel schever zien.
CHINA EN DE OEIGOERSE KWESTIE: EEN TOT STILTE GEDWONGEN VOLK
Van buitenaf lijkt China een perfecte machine en een gigantische macht. Maar het is ook een gevangene van zijn eigen imago. Dit land dat technologie produceert, de wereld vult met zijn fabrieken en havens domineert, lijkt de wereld uit te dagen met zijn economie, technologie en discipline. Alles is georganiseerd, alles is gecontroleerd.
Maar zodra het over de ‘Oeigoeren’ gaat, verandert het in een staat die zijn macht in angst omzet. Een grootmacht die bang is voor een volk.
De kern van het probleem is niet alleen minderhedenbeleid. Het komt voort uit China’s obsessie met culturele homogenisering. De leiding in Beijing wil: “één taal, één identiteit en één officiële geschiedenis.”
Maar de Oeigoeren accepteren dit niet. Want zij zijn niet slechts een etnische groep, ze zijn een beschaving van duizend jaar. Hun taal, muziek, keuken en geloof. Alles is geheugen.
Precies daarom wil China hen niet alleen het zwijgen opleggen, maar hen ook vergeten laten worden. Interneringskampen en zogenaamde heropvoedingscentra. In feite wordt de identiteit van een volk afgesleten.
Wanneer je de Oeigoerse regio binnengaat, voel je dit: de gebouwen zijn modern, de wegen breed, alles is er. Maar de ziel ontbreekt. Mensen kijken rond terwijl ze praten. Hun stem wordt zachter. Sommige woorden blijven onaf.
Een Oeigoer zei: “Hier zijn woorden niet vrij. Alleen ademhalen is toegestaan.”
En toch leeft daar iets voort: de cultuur. Een moeder fluistert haar kind stiekem een Oeigoers wiegelied toe. Een oude man neuriet thuis een verboden lied. Een jongere leest in het geheim zijn geschiedenis op zijn telefoon.
Ik begreep dit: onderdrukking schept stilte, maar doodt het geheugen niet.
En de hele wereld, zelfs Turkije, koopt zijn geweten op afbetaling door goedkope Chinese producten niet te willen opgeven.
DE OORLOG TUSSEN ISRAËL EN PALESTIJN: DEGENEN DIE HEM LEIDEN EN DEGENEN DIE LIJDEN
In deze regio is zelfs een steen moe. In elke straat een verhaal, op elke muur een verlies. Verwoeste huizen, gebroken levens en een zwijgende wereld.
Aan Palestijnse zijde verwoeste woningen, stof op de grond, sirenes in de lucht en het gezoem van drones in de hemel. Een kind wordt gevraagd: “Wat wil je worden als je groot bent?” Het antwoordt: “Ik wil groot worden.”
Die zin weegt zwaarder dan alle diplomatieke teksten.
Maar aan de andere kant zegt een gewone vrouw in Israël: “Wij leven ook in angst. Maar angst mag geen reden zijn om het leven van een ander te nemen.”
En daar ligt de waarheid. Het probleem is niet alleen tussen twee volkeren. Het probleem zijn degenen die angst omzetten in politiek, pijn in investering en oorlog in strategie.
De wortels reiken terug tot de Balfour-verklaring van 1917, de Nakba van 1948 en de belangen van het Westen in het Midden-Oosten. Wat voor de ene een vaderland is, werd voor de andere als veiligheidszone voorgesteld.
En die foute berekening wordt al tientallen jaren met bloed betaald.
Kinderen sterven maar er zitten geen kinderen aan de onderhandelingstafel. Moeders huilen maar niemand vertegenwoordigt hen. De straten branden maar degenen die het vuur aansteken zitten in gekoelde kamers.
In een oorlog is er geen winnaar. Maar de verliezers worden elke dag meer.
DE VS EN GLOBALE HEGEMONIE: BAAS VAN DE WERELD OF HANDELAAR?
Wanneer je naar Amerika gaat, wordt het eerste wat men verkoopt vrijheid genoemd. Maar het prijskaartje is altijd verborgen.
Een student zei: “Is Amerika echt vrij? Vrijheid is duur. Wij kunnen die meestal niet betalen.”
Dit land zegt democratie te exporteren, maar verkoopt achterom wapens. Het spreekt over mensenrechten maar bemoeit zich met de binnenlandse zaken van miljoenen mensen.
De kern is simpel: “Voor Amerika is democratie geen waarde, maar een belangeninstrument.” Regeringen die zich aanpassen worden gesteund, anderen verwijderd. Waar olie is, komt vrijheid. Waar geen olie is, komt alleen advies.
Toch is Amerika niet alleen het Pentagon. Er zijn daar ook gewone mensen die weerstand bieden en hun geweten niet verloren hebben. De staat is iets anders dan de mens.
Vandaag is Amerika niet alleen wereldpolitie. Het is ook een land waar zelfs de veiligheid op eigen straat wordt betwijfeld.
Na elke nieuwe aanslag komen dezelfde zinnen: “De maatregelen worden aangescherpt. De veiligheid wordt herzien. De verantwoordelijken worden gevonden.” Maar verandert er iets? Nee.
Want het probleem is niet het wapen. Het probleem is een mentaliteit die het wapen verheerlijkt.
En ook Venezuela is niet langer alleen een economische ramp, maar een mondiaal geopolitiek strijdtoneel. Van een olierijk land is het verworden tot het symbool van armoede en stagnatie.
Een Amerikaanse interventie uit naam van democratie verwachten is naïef. Washington gaat het niet om vrijheid, maar om energie en geopolitieke controle.
De grootste crisis van Amerika vandaag is dit: “De groeiende afstand tot zijn eigen volk.”
RUSLAND: DE PSYCHOLOGIE VAN EEN GEBROKEN IMPERIUM
Gorbatsjov, geleid door het Westen, liet de Sovjet-Unie instorten. Maar het was niet alleen een regime dat viel. Een droom, een machtsgevoel en een wereldvisie stortten eveneens in.
Een gepensioneerde Rus zei: “Toen waren we niet vrij. Nu zijn we niet rustig.”
Rusland is vandaag een reus die vastzit in zijn verleden. Het wil zijn oude kracht terug maar vindt geen plaats in de nieuwe wereld.
Een land wordt niet alleen met grenzen hersteld. Eerst moet het zijn ziel herstellen. En Rusland probeert dit. Soms via verkeerde wegen. Het verwart macht met veiligheid en de prijs wordt opnieuw door het volk betaald.
De jongeren die sneuvelen. De vrouwen die prijzen tellen in de winkel. De arbeiders die de huur niet meer kunnen betalen.
OEKRAÏNE: DE PSYCHOLOGIE VAN EEN KOMIEK EN DE BLINDE MOED VAN EUROPA
Oekraïne is geen land meer, het is een frontlinie. Europa kijkt van een afstand toe en spreekt niet over vrede maar over geopolitieke winst.
Zelenski kan een leider zijn, of een komiek. Maar dat Europa hem zo ver steunt dat de wereld in brand kan vliegen, is een historische blindheid.
Want de jongeren zeggen: “Wij willen geen wapens, wij willen vrede.” Maar wapens verkopen is winstgevender dan vrede verkopen.
In deze wereld spreekt niet het geweten, maar de begroting.
CYPRUS: EEN NIET ERKEND LAND EN EEN VOLK DAT MEN WIL DOEN VERGETEN
De Cypruskwestie is geen eenvoudige eilandkwestie. Het is een open foto van internationale hypocrisie.
Landen die opzettelijk zijn opgesplitst worden erkend, maar de Turkse Republiek Noord-Cyprus blijft genegeerd. In werkelijkheid bestaat zij. Op de wereldkaart niet.
Kosovo wordt erkend. Zuid-Soedan toegejuicht. Maar als het om de TRNC gaat, zwijgt men.
Toch leeft daar een volk. Jongeren emigreren. De economie is broos. De hoop slijt aan grensposten.
Een Turkse Cyprioot zei: “Wij verliezen niet alleen van de wereld, soms verliezen we ook van onszelf.”
Een winkelier zei het zo: “De vlag vult geen buik. Maar je geheugen verkoop je niet.”
TURKIJE: HOOP, VERMOEIDHEID EN EEN LAND TUSSENIN
Turkije is geen land meer, het is een gemoedstoestand. Een samenleving die tussen trots op het verleden en de last van het heden balanceert.
De kern is niet alleen economie. Het is het afbrokkelende vertrouwen. Het gekwetste rechtvaardigheidsgevoel. De troebele toekomst.
Mensen stellen zich tegenwoordig de vraag: “Kan men in dit land nog dromen, of moet men alleen maar verdragen?”
Jongeren zoeken wegen om naar het buitenland te vertrekken. Ouderen verlangen naar het verleden. Mensen van middelbare leeftijd zijn moe geworden van het dragen van het heden.
Maar ondanks dit alles blijft Turkije weerstand bieden. Omdat er in dit land nog steeds een sterke solidariteitsader stroomt. Omdat er nog steeds een cultuur bestaat waarbij men de vallende hand reikt. Omdat er nog steeds een geweten is dat niet verdwenen is.
Turkije staat vandaag niet op een kruispunt. Het staat op de drempel van een grote confrontatie met zichzelf.
En deze confrontatie zal ofwel een nieuw herstel voortbrengen, ofwel uitmonden in een lange vermoeidheid.
İSTANBUL: DE MOOISTE EN MEEST LEEFBARE STAD TER WERELD. WAS ER MAAR GEEN ARMOE…
Als je naar deze foto kijkt, zakt er iets in je hart. Een mengeling van trots, weemoed en onverklaarbare heimwee. Want İstanbul is niet zomaar een stad. Het is een atlas van herinneringen, een vermoeide beschaving en tegelijk een plaats van verzet.
De Bosporus strekt zich uit als een zilveren weg in de nacht. De brug verbindt niet alleen twee continenten, maar ook twee gemoedstoestanden. Aan de ene kant het verleden. Aan de andere een onzekere toekomst.
“De Bosporus, het bed van vrolijke harten…” Zo bezongen oude liederen deze stad niet voor niets. İstanbul was ooit werkelijk de rustplaats van blije harten. Een plek waar geliefden elkaar ontmoetten, waar dichters inspiratie vonden en waar emigranten voor het laatst nog even omkeken.
Vandaag oogt İstanbul vermoeider. Luidruchtiger. Gehaaster. Maar nog altijd betoverend.
In de schaduw van luxe wolkenkrabbers leven mensen die zich in het nauw gedreven voelen. Historische wijken maken plaats voor het harde gezicht van beton. Maar die eeuwenoude ziel, die zich mengt met het water van de Bosporus, kan niemand uit deze stad rukken.
Zoals Orhan Veli ooit schreef: “Ik luister naar İstanbul, met mijn ogen gesloten…” Wie luistert, hoort nog steeds de meeuwen, de stoomfluiten van de boten, de roep van straatverkopers.
En ook die diepe zucht… De stille zucht van een stad die de vermoeidheid van eeuwen draagt.
Misschien is İstanbul geen sprookjesstad meer. Maar het is nog steeds een stad van het lot. Een stad die je liefhebt en die je moe maakt. Die je trots geeft en je tegelijk verwondt.
En toch… Ondanks de armoede, ondanks de chaos, ondanks alle teleurstellingen blijft İstanbul ‘İstanbul’.
Want sommige steden worden niet gewoon bewoond. Sommige steden leven in de mens zelf. En İstanbul blijft leven.
EN HOLLAND, HET WELZIJN LAND WAAR IK AL 60 JAAR LEEF
Toen ik naar dit land kwam, waren zelfs de kalenders anders. De straten waren stiller. De mensen afstandelijker. Maar het systeem was duidelijker.
Nederland heeft mij dit geleerd: Welvaart is niet alleen geld. Welvaart is dat regels functioneren. Welvaart is dat rechten worden erkend. Welvaart is dat in de rij staan als iets vanzelfsprekends wordt gezien.
Hier vraagt niemand om een gunst. Omdat het systeem geen gunsten toelaat.
Ik leef al zestig jaar in dit land. Ik heb de lentes gezien waarin de tulpen bloeiden. En ook de eindeloze herfsten van coalitieconflicten.
In Nederland een regering vormen duurt soms langer dan een seizoen veranderen. Maar opmerkelijk genoeg functioneert de staat gewoon door.
Coalitieonderhandelingen duren maanden. Partijen komen er niet uit. Tafels worden opgebroken en opnieuw opgericht.
Maar geen enkele Nederlander vraagt: “Wie bestuurt het land nu?”
Want hier steunt het systeem niet op personen, maar op regels.
Op een dag zei een Nederlandse buurman tegen mij: “Bij ons zijn regeringen tijdelijk, maar instituties blijvend.”
Deze zin is de kern van dit land.
Nederland lijkt soms koud. Maar het heeft een kant die opwarmt door rechtvaardigheid.
Soms afstandelijk. Maar het geeft vertrouwen.
En terwijl ik hier nu al zestig jaar leef, heb ik dit gezien: Welvaart is niet zo versierd als tulpenvelden. Maar ze is minstens evenzeer gebouwd op arbeid en inspanning.
DE WERELD HEEFT NOG STEEDS MOOIE KANTEN
De wereld heeft veel wonden opgelopen. Ik heb ze gezien. Ik heb ze beleefd. Ik heb ze aangehoord. Maar ik heb ook dit gezien: “De wereld bestaat niet alleen uit verwoesting.”
Op elke plek waar een bom valt, ruimt iemand het puin op. Naast elk verwoest huis bouwt iemand opnieuw hoop op. Na elke verduisterde hemel komt altijd weer een nieuwe ochtend.
En daarom wil ik dit stuk niet met pessimisme, maar met hoop afsluiten.
In een klein stadje in Italië: Vroeg in de ochtend stond er een oude man in een bakkerij. Terwijl hij koffie bereidde, keek hij op en zei: “Wie hier komt, is geen gast. Wie uit alle hoeken van de wereld komt, is een gastheer.”
Op dat moment begreep ik het. Schoonheid is soms een kopje koffie.
Op een ochtend in Japan, op een klein treinstation: Er was geen menigte. Er was geen lawaai. Er was alleen tijd. Een man kwam aan. Met een bezem in zijn hand begon hij het perron schoon te maken. Maar niet gehaast. Niet snel.
Terwijl hij elk stukje afval oppakte, boog hij licht zijn hoofd en zette elke stap alsof het een ritueel was.
Op de vraag: ‘Doet u dit elke dag?’ antwoordde hij glimlachend: “Ja. Omdat ik wil dat iedereen die hier aankomt, zijn dag schoon begint.”
Op dat moment begreep ik dit: Sommige landen groeien door hun technologie. Sommige landen door hun geld. Maar Japan is gegroeid door een gevoel van verantwoordelijkheid.
Je ziet daar geen afval op straat. Maar je ziet ook geen afvalbakken. Omdat iedereen zijn afval in zijn geweten draagt.
Dit heeft Japan mij geleerd: Schoonheid is soms geen tempel, maar een houding. Het is de stilte binnen een orde. Het is het respect dat een mens voor zijn werk toont.
En daarom zeg ik dit: De wereld is nog steeds mooi. Omdat er in Japan elke ochtend nog steeds een man is die een station schoonmaakt.
Ja… In China is onderdrukking. In Palestina zijn tranen. In Oekraïne vallen bommen. Op Cyprus heerst eenzaamheid. In Rusland angst. In Amerika opportunisme.
En daarom zeg ik: de wereld is niet slecht. De wereld is moe.
Maar zolang iemand op straat een onbekende kan aankijken en glimlachen, zolang blijft deze wereld te redden.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılmasıyla birlikte Batı Balkanlar’da yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmelerin sonucunda bölgenin başat aktörü olan Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti (YSFC) de yaklaşık yirmi yıl süren bir dağılma süreci neticesinde yıkılmıştır. Söz konusu sürecin son aşaması olarak 17 Şubat 2008 tarihinde Kosova’nın tek taraflı bir şekilde bağımsızlığını...
PARİS-UHA HABER / Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Türkiye’nin tutuklu işadamı Osman Kavala ile HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması yönündeki AİHM kararlarını uygulamamasını görüşecek. Bakanlar Komitesi’nin gündeminde ayrıca Türkiye’de devletin Aleviler’e eşit davranmadığı yönünde yapılan başvurular üzerine, cemevleri ve zorunlu din dersleriyle ilgili iki ayrı AİHM kararının...
ANKARA-UHA HABER / Dr. Erhan TÜRBEDAR, SETA bağımsız, tarafsız düşünce ve yayın kuruluşu olan Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı için kaleme aldığı Bosna Hersek’te ‘Endişelendiren Gelişmeler’ başlıklı ‘Perspektif’ yazısında, Bosna Hersek’in son aylarda savaş sonrası dönemin en ciddi siyasi kriziyle sarsılmaya başladığına dikkat çekti. Dr. Erhan TÜRBEDAR, Bosna Hersek’te son...
Kosova’nın saygın, güvenilir, bağımsız, tarafsız düşünce ve yayın kuruluşu olan KosovaPort Haber Portalı’nın sahibi ve köşe yazarı Ercan KASAP, ‘Rumeli’de Türkülerin Efendisi Aluş Nuş!” başlığıyla bir yazı kaleme aldı. İşte Yazar Ecan KASAP’ın ‘Rumeli’de Türkülerin Efendisi Aluş Nuş!“la ilgili yazısı: Şair, müzisyen, müzikolog, ses sanatçısı. 1947, Prizren / Kosova doğumlu....
BRÜKSEL – UHA HABER / NATO’nun Ukrayna sınırına yığınak yapan Rusya’ya karşı doğu kanadını güçlendirme planı hazırladığı bildirildi. Plan çerçevesinde Romanya, Bulgaristan ve Slovakya’ya çok uluslu birlikler konuşlandırılacak. (UHA) Uluslararası Haber Ajansı Avrupa Temsilcisi Tuba Nur TÜRKELİ’nin haberinde, NATO’nun, Ukrayna sınırındaki Rus askeri hareketliliğine yanıt olarak doğu kanadına asker takviyesi planı...
UHA HABER / G-7 olarak bilinen ve dünyanın en büyük yedi ekonomisine sahip olan ülkeleri, İngiltere’nin başkenti Londra’da bir araya gelerek büyük şirketlerin en az yüzde 15 oranında vergi ödemesi konusunda anlaşma sağladı. (UHA) Uluslararası Haber Ajansı‘nın ‘EuroNews‘den aktardığı Kerem Congar‘ın haberine göre, Teknoloji devlerinin asgari oranda “en az yüzde...
UHA HABER / Almanya Yunanistan’dan bir yıl önce başlayan sığınmacı alımını tamamladı. Yunanistan’dan gelen son sığınmacı kafilesi Almanya’ya ulaştı. (UHA) Uluslararası Haber Ajansı’nın (dpa, KNA / SSB, TY)’ye dayandırdığı habere göre, Almanya geçen yıl Midilli Adası’ndaki Moria sığınmacı kampında çıkan yangının ardından beş Yunan adasından sığınmacı kabul edeceğini açıklamıştı. Bu...
UHA HABER / Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkması Almanya siyasetinde tepkilere neden olmaya devam ediyor. Almanya Aile Bakanı Franziska Giffey, Türkiye’nin çıkma kararının kendisini “sarstığını” söyledi. (UHA) Uluslararası Haber Ajansı’nın (dpa/HS,JD)’ye dayandırdığı habere göre, Almanya Aile Bakanı Franziska Giffey, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesiyle ilgili olarak yaptığı açıklamada, “Türkiye’deki kadınların elinden ev...