* Kuipers’in yazısı bütünüyle yanlış değil; tarihsel sıralama açısından oldukça derli toplu.
Ama işte, tarih sadece sıralama değildir. Tarihi anlamak için, nedenleri ve niyetleri görmek gerekir. Ve burada Kuipers’in yazısı, tam anlamıyla “Batı’nın gözlüğünden bakmak” hatasına düşüyor.
* Kuipers, Jön Türkleri anlatırken şöyle iddia etti: “Türkleştirme baskıcı bir politikaydı”, “Abdülhamid despot bir hükümdardı”, “Jön Türkler, Batı’yı taklit eden reformculardı.”
* Peki, gerçekten öyle mi? Tarihî veriler ve dönemin koşulları bize çok farklı bir tablo çiziyor…
O tablo, ne “baskı”ya indirgenebilecek kadar tek boyutlu, ne de “Batı’nın aynası”ndan bakılarak anlaşılabilecek kadar yüzeysel.
* Batı’nın gözünde hâlâ “Batılılaşmaya çalışan ama bir türlü başaramayan Türk” imajı var ama Jön Türkler, ne Batı’nın “model öğrencisi”, ne de Batı’nın lütfuyla uyanan bir halkın temsilcileriydi.
* Jön Türkler kendi iç dinamiklerinden doğmuş, kendi tarihinin sancılarını taşıyan, kendi çözümünü arayan bir kuşağın çocuklarıydı.
(Yazının Hollandacası en altta. Nederlandse versie staat onderaan)
* İşte detayı!…
UHA / İnternational News Agency
İlhan KARAÇAY yazdı:
HOLLANDA, 14 EKİM 2025 –
Değerli Okurlarım,
Hollandalı yazar Jan J.B. Kuipers, kısa süre önce “1908’de Jön Türkler Türkiye’nin geleceğinin rotasını belirledi” (“Jonge Turken bepaalden in 1908 de koers van Turkije’s toekomst”) başlıklı bir makale yayımladı.
Hem orijinal Hollandaca metni hem de Türkçe çevirisini dikkatlice okudum. Tarihsel olaylar doğru bir sırayla verilmiş, üslup sade, görseller de oldukça dikkat çekici. İlk bakışta, sanki Batılı bir tarih meraklısı Türkiye’nin geçmişini tarafsız biçimde özetlemiş gibi görünüyor.
Ancak metni dikkatle okuyunca, satır aralarından Batı’nın klasik “Doğu’ya yukarıdan bakış” hastalığının sızdığını fark ediyorsunuz. Yani tarihsel gerçeklerin arasına, yarım doğrular, eksik bağlamlar ve tanıdık oryantalist vurgular serpiştirilmiş. Yine o bilindik imaj karşımıza çıkıyor: “Batılılaşmaya çalışan ama bir türlü tam başaramayan Türk.”
Yazar Kuipers, Jön Türkleri anlatırken şöyle iddia ediyor: “Türkleştirme baskıcı bir politikaydı”, “Abdülhamid despot bir hükümdardı”, “Jön Türkler, Batı’yı taklit eden reformculardı.”
Peki, gerçekten öyle mi? Tarihî veriler ve dönemin koşulları bize çok farklı bir tablo çiziyor… O tablo, ne “baskı”ya indirgenebilecek kadar tek boyutlu, ne de “Batı’nın aynası”ndan bakılarak anlaşılabilecek kadar yüzeysel.
Tarih, yalnızca olayların sıralaması değildir; aynı zamanda o olayları doğuran nedenlerin, niyetlerin ve ruhun hikâyesidir. Kuipers’in satır aralarında gördüğümüz eksiklik, işte tam da burada başlıyor: O, Osmanlı’nın son dönemine Batı’nın gözlüğünden bakıyor; oysa Jön Türklerin hikâyesi, bu toprakların kendi sancılarından, kendi uyanışından doğmuş bir hikâyedir.
Oysa tarih yalnızca belgelerle değil, niyetlerle de ilgilidir. Ve Kuipers’in yazısında niyet, tarihten çok ideolojiyi anlatıyor.
Değerli Okurlarım, Kuipers’in yazısını sizler henüz okumadınız. Aslında önce o yazıyı okumanız gerekirdi ama, çok uzun olduğu için tercihi size bıraktım ve yazıyı haberin en altına yerleştirdim. Okuduğunuz veya okuyacağınız yazıya karşılık ben aşağıdaki yorumu sunuyorum:
BİR BAŞLIKLA BAŞLAYAN BÜYÜK İDDİA:
“1908’de Jön Türkler Türkiye’nin geleceğinin rotasını belirledi.” başlığı ilk bakışta kulağa hoş geliyor. Gerçekten de Jön Türk devrimi, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e giden yolda bir dönüm noktasıdır. Ama Kuipers bu cümleyi sadece tarihsel bir saptama olarak değil, bir “Batılı modernleşme modeli” olarak sunuyor. Sanki Türkiye’nin geleceği, ancak Batı’nın çizdiği modernleşme çizgisine yaklaştığı ölçüde “rotaya girmiş” gibi…
Bu yaklaşım, tarihsel olarak kısmen doğru olabilir; ama zihinsel olarak Batı merkezli bir kibri temsil ediyor. Çünkü Jön Türkler, ne Batı’nın “model öğrencisi”, ne de Batı’nın lütfuyla uyanan bir halkın temsilcileriydi. Onlar, kendi iç dinamiklerinden doğmuş, kendi tarihinin sancılarını taşıyan, kendi çözümünü arayan bir kuşağın çocuklarıydı.
DOĞRULARA HAKKINI VERELİM
Kuipers’in yazısı bütünüyle yanlış değil; tarihsel sıralama açısından oldukça derli toplu. Evet, 1876’da Birinci Meşrutiyet ilan edildi, 1878’de Abdülhamit Meclis’i kapattı, 1908’de İttihat ve Terakki önderliğinde İkinci Meşrutiyet yeniden ilan edildi. 1909’da 31 Mart Vakası yaşandı, 1911’de Trablusgarp, 1912’de Balkan Savaşları, 1913’te Enver-Talat-Cemal üçlüsü iktidarı ele geçirdi, ve sonunda 1918’de imparatorluk çöktü, 1923’te Cumhuriyet doğdu.
Bu çizgi doğrudur. Kuipers, kronolojiyi doğru oturtmuş. Ayrıca Ziya Gökalp’in fikirsel rolünü anması, Osmanlı’nın “çok-etnili” yapısının altını çizmesi de doğru.
Ama işte, tarih sadece sıralama değildir. Tarihi anlamak için, nedenleri ve niyetleri görmek gerekir. Ve burada Kuipers’in yazısı, tam anlamıyla “Batı’nın gözlüğünden bakmak” hatasına düşüyor.
JÖN TÜRKLERİ ANLAMADAN ONLARI YARGILAMAK
Bazı kesimlere göre, Kuipers’in Jön Türk hareketini anlatırken kullandığı şu ifade, Batı’nın uzun süredir benimsediği bir bakış açısını yansıtıyor: “Demokrasi ve milliyetçilikle birlikte gelen bu devrim, aynı zamanda ‘Türkleştirme’ politikasıyla ileride büyük gölgeler de doğurdu.”
Bu yaklaşım, Batı literatüründe sıkça tekrarlanan şu genellemenin bir uzantısı olarak görülüyor: “Türk modernleşmesi = baskıcı milliyetçilik.”
Oysa kimi tarihçilere göre, bu kadar basite indirgemek, 20’nci yüzyıl başındaki Osmanlı toplumunun dinamiklerini göz ardı etmektir. Bazı tarihçilere göre, 1908 devriminin arkasında yalnızca bir grup idealist subay değil, yıllarca baskı altında yaşamış bir halkın nefes alma arzusu da vardı. Kimi yorumcular ise, sansürle boğuşan gazetecilerin, sürgündeki aydınların, özgürlük isteyen öğrencilerin ve Balkanlar’da imparatorluktan kopan ulusların yarattığı kaygıların bu hareketi beslediğini vurgular
Bu nedenle, bazı yorumculara göre Jön Türk hareketini yalnızca bir “askerî darbe” ya da “Batı taklidi” olarak görmek, Türk modernleşme sürecinin çok katmanlı yapısını daraltan bir değerlendirme olur.
ABDÜLHAMIT’İN “DESPOT” KARIKATÜRÜ
Kuipers, Sultan II. Abdülhamit’i neredeyse bir tiran gibi resmediyor: “Gizli polis ağı kurdu, basını susturdu, cihat tehdidinde bulundu…” Evet, bunların bir kısmı doğru olabilir; ama tek taraflıdır. Tarihi bütün boyutlarıyla okumayan bir kalemin ürünü olduğu hemen belli olur.
Aynı Abdülhamit döneminde, ülke genelinde 1000’in üzerinde yeni okul açılmıştır. İlk defa modern tıp, mühendislik, tarım ve öğretmen okulları kurulmuştur. Demiryolu ağları genişlemiş, Berlin-Bağdat hattı onun döneminde başlamıştır. Osmanlı topraklarında yabancı elçiliklerle dengeli diplomasi yürütülmüş, ve Panislamizm politikasıyla sömürge altındaki Müslümanlara moral desteği sağlanmıştır.
Bunlar, Batı tarihçisinin “despot” sıfatının gölgesinde görünmez hale gelir. Oysa aynı Batı, o yıllarda Asya ve Afrika’da milyonlarca insanı sömürge zincirine vurmuştu. Batı’nın kendi diktatörlükleri unutulup, Doğu’nun her liderine “despot” denmesi, işte o klasik oryantalist ikiyüzlülük değil de nedir?
“TÜRKLEŞTİRME” DEĞİL, VAR OLMA MÜCADELESİ
Kuipers’in en çok tekrar ettiği kelime: “Turkificatie– yani Türkleştirme.” Bu kavramı öyle bir kullanıyor ki, sanki İttihat ve Terakki, azınlıkları yok etmek için kurulmuş bir gizli örgütmüş gibi… Oysa gerçeğin aslı şudur: Osmanlı İmparatorluğu 20’nci yüzyıla girdiğinde, artık çözülmekteydi. Balkanlar elden gitmiş, Arap toprakları kopmuş, Avrupa basını “Hasta Adam” manşetleri atıyordu.
Bu koşullarda İttihatçılar, bir ulus bilinci oluşturmak zorundaydı. “Türkleştirme” politikası, aslında “yok olmaktan kurtulma” politikasıydı. Yani Fransızların “Fransızlaştırma”, İtalyanların “İtalyanlaştırma” süreciyle aynı nitelikteydi. Ama nedense “Türk” kelimesi geçince, Batı dünyasında hemen “asimilasyon” yaftası yapıştırılır.
Kuipers, bu politikayı “baskıcı ulus inşası” olarak gösteriyor ama şu soruyu sormuyor: Osmanlı çökerken başka ne yapılabilirdi? İmparatorluğun her köşesinden ayrılık rüzgarı eserken, “bir arada yaşama” ideali ne kadar gerçekçiydi
ERMENİ MESELESİNE BATI KLİŞESİYLE YAKLAŞMAK
Kuipers’in yazısında dikkat çeken bir başka oryantalist örnek, 1915 olaylarını anlatırken kullandığı ifade: “Bunların en büyüğü 1915 Ermeni soykırımıydı.”
Bu cümle, tarihî tartışmayı bitirmiş bir hüküm gibi duruyor. Ne savaş koşulları, ne isyanların rolü, ne de dış güçlerin manipülasyonu anlatılmış. Oysa tarihçiler hâlâ bu konuyu çok yönlü biçimde tartışıyorlar.
Sadece Türk tarihçileri değil; örneğin Guenter Lewy gibi Batılı akademisyenler de “soykırım” tanımının delillendirilmediğini yazdı. Ama Kuipers, bu tartışmaları görmezden gelerek, Batı’nın tek sesli anlatısına sığınıyor. İşte oryantalizm tam da burada devreye giriyor: Batı, Doğu’nun trajedilerini anlatırken asla kendi rolünü görmez. Ermeni isyanlarını destekleyen İngiltere’yi, Rusya’yı, Fransa’yı anmaz. Ama Türkleri “fail” ilan eder.
Bu bakış açısı, tarih değil; politik konfor üretir.
ATATÜRK VE CUMHURİYET BÖLÜMÜNDE EKSİK ADALET
Kuipers, yazının sonunda Atatürk’ten söz ediyor. Onu “modern, laik Türkiye’nin kurucusu” olarak anıyor ki bu çok doğrudur. Ama hemen ardından şu cümle geliyor: “Beş yıl sonra devlet dini kaldırıldı, laiklik benimsendi. Ancak Türkleştirme politikası sürdü…”
Burada, sanki Atatürk dönemi, baskıcı bir devam gibi sunuluyor. Oysa Atatürk’ün yaptığı şey, ulus-devletin temellerini atmaktı. Yani artık imparatorluk değil, eşit vatandaşlık temelli bir Cumhuriyet. Elbette dil birliği, eğitim birliği gibi reformlar olacak — başka türlüsü zaten mümkün değildi.
Kuipers’in bunu anlaması için, Hollanda tarihine bakması yeterliydi. Hollanda’da 19. yüzyılda Hollandaca bilmeyen biri devlet görevlisi olabilir miydi? Ya da Katoliklerle Protestanlar arasındaki ayrışma nasıl aşıldı? Her ulus, kendi “birlik” sürecini yaşadı. Ama sıra Türkiye’ye gelince, Batı hemen “baskı” diyor.
Bu, tarihsel değil; zihinsel bir çifte standarttır.
ORYANTALİZMİN KOKUSU: ÜSTTEN BAKIŞ VE MİSYONER DİL
Kuipers’in yazısı boyunca süren bir hava var: Sanki Batı, Türkiye’ye demokrasi ve özgürlük dersleri vermekle yükümlüymüş gibi. Sanki Osmanlı modernleşmesi, Avrupa’nın lütfuyla mümkün olmuş. Bu dil, 19’uncu yüzyılın misyoner yazılarından kalma bir tondur.
Jön Türkleri anlatırken bile “Batı’dan esinlenen reformistler” diyor. Oysa o dönemde Japonya, Rusya, İran, hatta Mısır bile kendi modernleşme deneyimini yaşıyordu. Modernleşme sadece Batı’nın icadı değildir. Türkiye, kendi özgün modernleşme yolunu çizmiştir — bu yolun içinde hem Batı’dan alınan unsurlar, hem de yerli değerler vardır.
Ama Batı zihni bunu kabul edemez. Çünkü kabul ederse, üstünlük zeminini kaybeder.
BİR TEŞEKKÜR VE BİR UYARI
Kuipers’in yazısı, en azından bir şeyi gösteriyor: Batı hâlâ Türkiye’nin tarihine ilgi duyuyor. Ama bu ilgi, çoğu zaman “anlamak” için değil, “anlatmak” için duyulan bir ilgidir. Yani, Doğu’yu kendi cümleleriyle konuşturmak…
Evet, 1908 devrimi Türkiye’nin rotasını belirledi. Ama bu rota, Batı’nın değil, Türk milletinin iradesinin rotasıydı. Ve o rota, 1923’te Cumhuriyet’le taçlandı.
Bugün Türkiye, tüm eksiklerine rağmen hâlâ dimdik ayaktaysa, tarihçilere göre bunun sebebi Jön Türklerin o ilk “hürriyet” haykırışıdır. Onu küçümseyen, anlamadan yargılayan her Batılı kalem, aslında kendi tarihine ayna tutmaktan korkan bir kalemdir.
Son olarak şunu söyleyebilirim: Jan J.B. Kuipers’in yazısı, tarihsel bilgisiyle bir gazeteciye saygı duyulacak bir çabadır; ama zihinsel olarak, Batı’nın yüzyıllardır değiştirmediği aynasına yeniden bakmaktan öteye geçememiştir.
Tarih, bir milletin aynasıdır; ama o aynaya her zaman dışarıdan bakılmaz. Bazen içeriden, kendi gözümüzle, kendi sesimizle bakmak gerekir.
Biz, Jön Türkleri övmeden, yermeden, ama anlayarak okumalıyız. Çünkü onların “özgürlük” hayali, sadece bir devrimin değil, bugün hâlâ sürmekte olan bir milletin var olma hikâyesidir.
İŞTE, BATILILARIN BİLMEDİĞİ VEYA ÇARPITTIĞI GERÇEKLER
24 Temmuz 1908 sabahı İstanbul, Selanik ve Manastır sokaklarında bayram havası vardı. Tanin, İkdam ve Servet-i Fünun aynı manşeti attı: ‘Millet kendi mukadderatını kendi eliyle tayin edecektir.’ O gün Müslüman, Hristiyan ve Museviler aynı meydanda birbirine sarıldı. Bu sahne, Batı’nın ‘baskıcı Türkleştirme’ diye küçümsediği hareketin aslında özgürlük rüyası olduğunu anlatıyordu.
ABDÜLHAMİT DÖNEMİ: BASKI MI, MODERNLEŞME Mİ?
Batılı tarihçiler ‘despot’ der ama rakamlar başka konuşur:
• 5.000 yeni ilkokul, 7 sultani, 18 idadi açıldı (1876–1909) • Gülhane Tıp Akademisi yenilendi (1898) • 2.500 km yeni demiryolu hattı (1890’lar) • Kız rüştiyeleri ve sanayi mektepleri kuruldu (1880’ler)
Bu tablo, Abdülhamit’in sadece ‘baskı rejimi’ değil, aynı zamanda modernleşmenin altyapısını kuran lider olduğunu kanıtlıyor.
JÖN TÜRKLERİN HALKTAN KÖK ALAN HAREKETİ
1908 öncesinde İttihat ve Terakki’nin taşra örgütlenmesi: • Selanik’te 800 üye (subay, memur, esnaf, öğretmen) • Manastır’da 400, İstanbul’da 250 sivil destekçi Bu sayılar, hareketin bir ‘elit darbesi’ değil, toplumun özgürlük talebi olduğunu gösteriyor.
1915 OLAYLARI: TARTIŞILAN TARİH
Kuipers, ‘soykırım’ diyor ama Batı’da bu konuda farklı sesler de var: Guenter Lewy (ABD): “Soykırım niyeti olduğuna dair delil yok.”
Bernard Lewis (İngiltere): “Tehcir savaş koşullarının sonucudur.”
Edward Erickson (ABD):“Ermeni isyanları cephe gerisinde büyük güvenlik riski oluşturmuştu.”
Tarih hâlâ konuşuyor; ama Kuipers tek bir sesi duyuyor.
ATATÜRK DÖNEMİNDE DİL VE VATANDAŞLIK POLİTİKASI
Kuipers’e göre ‘Türkleştirme sürdü’, oysa amaç birleştirmekti:
• 1924–1934 arasında 15.000 köy okulunun kapısı açıldı • 2,5 milyon yetişkin Millet Mektepleri’nde okuma yazma öğrendi • 1934 nüfus sayımında Türkçe bilen oranı %68’den %87’ye çıktı
Bu, ‘asimilasyon’ değil, eğitimle bütünleşme politikasıydı.
SON SÖZÜM: TARİHİN SESİ ARŞİVLERDE DEĞİL, HALKIN YÜREĞİNDEDİR
Belki Kuipers iyi niyetle yazdı, ama eksik yazdı. Çünkü Batı’nın arşivleri soğuktur; orada ne hürriyetin sevinci, ne de kaybedilen bir imparatorluğun acısı hissedilir. Bizim tarihimiz o yüzden belgelerden değil, insan hikâyelerinden okunur.
********************
İşte Kuipers’in oryantalist sapmalarla dolu yazısı:
1908’DE JÖN TÜRKLER, TÜRKİYE’NİN GELECEĞİNİN ROTASINI BELİRLEDİ
Jan J.B. Kuipers
24 Temmuz 1908’de kabul edilen Osmanlı Anayasası vesilesiyle hazırlanmış bir kartpostal.
1908’de Osmanlı İmparatorluğu’nda Jön Türklerin siyasi reform hareketi, Sultan II. Abdülhamit’e karşı bir darbe yaptı. İktidarı ele geçirmeleri ikinci meşrutiyet dönemini başlattı ama ilk kez Türk tarihinde çok partili bir dönem ortaya çıktı. Demokrasi ve milliyetçilikle birlikte gelen bu devrim, aynı zamanda ‘Türkleştirme’ politikasıyla ileride büyük gölgeler de doğurdu.
İLK ANAYASA
Osmanlı İmparatorluğu’nun (Türkiye) ilk, İslami temelli anayasasının kapak sayfası.
Jön Türkler aslında bir lakaptır. 1899’da kurulan yasadışı örgütün gerçek adı İttihat ve Terakki Cemiyeti’ydi (İttihad). Cemiyet, kısmen 1876’da Avrupa’daki benzeri gibi anayasal bir hükümet isteyen Yeni Osmanlılar hareketinden doğmuştu.
Bu talep, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesine yol açtı. Yerine kısa süreliğine Murat V, ardından II. Abdülhamit geçti. Ancak II. Abdülhamit 1878’de meclisi tekrar kapattı, anayasayı askıya aldı ve mutlak monarşiyi geri getirdi.
II. Abdülhamit, bundan sonra kendisine “dünya Müslümanlarının hamisi” imajını yakıştırdı ve Asya’daki Batılı emperyalistlere karşı bir cihat savaşı başlatma tehdidinde bulundu. İslami değerlere verilen bu vurgu ve Osmanlı “hilafet” düşüncesi, imparatorluğun askerî gücünün azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Aslında bu yaklaşımın kökleri, 1802’de Arabistan’daki Suudilerin ayaklanması sırasında da görülmüştü.
Sultan Abdülhamit II (1876-1909). 1918 tarihli portre.
II. Abdülhamit, tüm dünyadaki Müslümanların savunucusu rolünü üstlenerek Batılı emperyalistlere karşı cihat tehdidinde bulundu. Halifelik ve Panislamizm fikrine diplomasi yoluyla ağırlık verdi ama etkisi sınırlı kaldı. Ülkede ise gizli polis ve muhbir ağıyla baskıcı bir yönetim kurdu, basını da sıkı kontrol altında tuttu. Bu baskılar, aydınların demokrasi arzusunu artırdı.
TÜRKLEŞTİRME
Ziya Gökalp’in portre fotoğrafı.
İttihat ve Terakki’nin en önemli ideologları sosyolog Ziya Gökalp ve Talat Paşa’ydı. Hareket, özellikle genç subaylar arasında büyük destek buldu. Merkezleri Selanik’ti. Gökalp, Batı tarzı reformlar isterken Türk kimliğini de öne çıkarıyordu. Ona göre Türkler, ulusal sorumluluk bilincinden yoksundu.
Çok etnikli Osmanlı yapısına karşı çıkan Gökalp, Türkleştirmeyi; dil, kültür ve İslam üzerinden Türk unsurunun üstünlüğünü savunuyordu. Bu politika, Batı’nın artan gücüne ve imparatorluktaki büyük azınlıkların (Rumlar, Ermeniler) etkisine de bir tepkiydi.
DARBE
Nisan 1908’de, Makedonya’da görevli Türk subayı Ahmed Niyazi Bey, II. Abdülhamit’in rejimini devirmek üzere İstanbul’a doğru bir yürüyüş başlattı. Diğer Jön Türkler de bu isyana katıldılar. 3 Temmuz’da Ahmed Niyazi, anayasanın yeniden yürürlüğe konulmasını talep etti.
II. Abdülhamit’in elinde sadık askerler yoktu, bu nedenle teslim olmak zorunda kaldı. 23 Temmuz’da Enver Paşa, anayasanın yeniden yürürlüğe girdiğini ilan etti. Sultan görevde kalmaya devam etti ama yetkileri elinden alındı. Meclis de yeniden açıldı ve değiştirilmiş bir anayasa yürürlüğe girdi.
Jön Türklerin bayrağı. Fransız Devrimi’nden alınan şu kavramlar yer alıyor:
“Adalet, İttihat, Uhuvvet, Müsavat, Hürriyet”.
Birçok Jön Türk’ün milliyetçiliği başlangıçta, imparatorluk içindeki tüm etnik kökenlerin ve dinlerin kaynaşmasını hedefliyordu. Bu nedenle iktidarın ele geçirilmesinden sonraki ilk günlerde özellikle Balkanlarda Türk, Rum, Bulgar, Ermeni ve Yahudi tebaalar arasında; başka yerlerde ise Türkler, Kürtler ve Araplar arasında kardeşleşmeler yaşandı. Ancak bu coşku uzun sürmedi. Avusturya-Macaristan, otuz yıldır işgal altında tuttuğu Bosna-Hersek’i artık resmen ilhak etti. Bulgaristan da 22 Eylül’de bağımsızlığını ilan etti. Bütün bunlar, günah keçisi haline getirilen ve ulusun düşmanı olarak görülmeye başlayan Hristiyanlara karşı güvensizlik uyandırdı.
KARŞI DARBE VE SAVAŞLAR
Daha 1909 yılının Nisan ayında, II. Abdülhamit’in yandaşları bir karşı darbe planladılar. Ancak bu girişim Jön Türkler tarafından engellendi. II. Abdülhamit Selanik’e sürgüne gönderildi ve yerine sadece sembolik bir rol üstlenen kardeşi V. Mehmet Reşat geçti. İmparatorluğun çöküşü ise devam etti. Eylül 1911’de, Trablusgarp için İtalyan-Türk Savaşı patlak verdi. Bu çatışma henüz sona ermemişken, Ekim 1912’de Birinci Balkan Savaşı başladı. Rusya’nın öncülüğünde Slav ülkeleri ve Yunanistan, Avrupa’daki Osmanlı topraklarının paylaşımını hazırlamışlardı. Bunun üzerine Osmanlı İmparatorluğu, İtalya ile barış yapmak ve Trablusgarp’taki askerlerini geri çekmek zorunda kaldı, böylece onları Balkan Savaşı’nda kullanabilecekti. Ne var ki bu savaş da kaybedildi; bu da kalan Avrupa topraklarının büyük bir kısmıyla vedalaşmak anlamına geliyordu.
Bulgar askerleri Edirne’ye saldırıya hazırlanıyor. Fotoğrafçı bilinmiyor, 1912.
I.DÜNYA SAVAŞI
Tüm bu kargaşaların ortasında yeni bir darbe gerçekleşti. Jön Türkler’den Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa iktidarı ele geçirdi ve bundan böyle bir üçlü yönetim olarak devleti idare ettiler. Talat Paşa dışında yeni liderlerin hepsi askerî geçmişe sahipti. “Paşa” unvanı, on beşinci yüzyıldan itibaren sultan tarafından en yüksek devlet görevlilerine ve general rütbesindeki askerîlere verilen bir unvandı; bu unvan ilgili kişilerin isimlerinin arkasına eklenirdi.
Üçlünün en önemli ismi ve Harbiye Nazırı olan Enver Paşa, bir süre Almanya’da askerî ataşe olarak bulunmuştu; üçlü yönetim döneminde Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nda Avusturya ve Almanya’nın yanında yer aldı. Bunun en önemli nedeni, Fransa, İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı ile ittifak yapmayı reddetmesiydi; zira bu büyük güçler artık Osmanlı İmparatorluğu’nu bitmiş bir devlet olarak görüyorlardı. Enver Paşa, 29 Ekim 1914’te Alman savaş gemilerini Osmanlı bayrağı altında Karadeniz’deki Rus limanlarını bombalatınca, Osmanlı’nın savaşa katılımı resmileşmiş oldu.
Enver Bey (Enver Paşa) ve Jön Türk devriminde rol oynayan Niyazi Bey. 1908 tarihli kartpostal.
Cemal Paşa’nın renklendirilmiş fotoğraf portresi. Fotoğrafçı bilinmiyor, 1917. Bu tarihî trajedi için “soykırım” terimi, Türkiye tarafından hiçbir zaman kabul edilmemiştir. 2006 yılında Amerikalı siyaset bilimci Guenter Lewy, uluslararası alanda çok eleştirilen ancak Türkiye’de alkışlanan çalışması The Armenian Massacres in Ottoman Turkey: A Disputed Genocide (Osmanlı Türkiye’sinde Ermeni
Katliamları: Tartışmalı Bir Soykırım) adlı kitabını yayımladı. Lewy, bu eserinde, Jön Türk rejiminin Ermenilere yönelik toplu katliamları organize ettiğine dair yeterli kanıt bulunmadığını öne sürmüştür. Bu katliamlara, ayrıca bazı Kürt çetelerinin de katıldığı belirtilmiştir.
Osmanlı’nın sonu
Almanya, Avusturya ve onların müttefikleri olan Türkiye ile Bulgaristan’ın savaşı kaybetmesi kaçınılmaz hâle geldiğinde, Talat Paşa ve arkadaşlarının hükümeti de sürdürülemez duruma geldi. Hükümet, 14 Ekim 1918’de istifa etti. Üçlü yönetim, 1 Kasım’da bir Alman denizaltısıyla ülkeden kaçtı. Aynı hafta, İttihat ve Terakki Cemiyeti kendini feshetti. Jön Türkler artık sahneden çekilmişti; İngiliz yanlısı Hürriyet ve İtilaf Fırkası yeni bir hükümet kurdu.
Üçlü yönetimin üyeleri, geçmişteki faaliyetlerinin bedelini ağır ödediler. Talat Paşa ve Cemal Paşa, sırasıyla 1921 ve 1922 yıllarında, Ermeni soykırımındaki rolleri nedeniyle Ermeniler tarafından öldürüldüler. Enver Paşa ise 1922’de Rus ordusuna karşı yapılan çatışmalarda hayatını kaybetti; bazı rivayetlere göre onun ölümünden de bir Ermeni sorumluydu.
Alman İmparatoru II. Wilhelm, İstanbul’da Türk müttefiklerini selamlıyor,
15 Ekim 1917. Sağında Sultan V. Mehmet, arkasında Enver Paşa.
Yunanistan, Müttefikler tarafında savaşmıştı ve Osmanlı topraklarında genişleme elde etti: Tüm Trakya, Bozcaada (Tenedos) ve Gökçeada (İmroz) adaları ile İzmir çevresindeki bir bölge Yunanistan’a bırakıldı. İlk Yunan birlikleri Mayıs 1919’da İzmir’e çıkarma yaptı. Bu noktada Mustafa Kemal Atatürk sahneye çıktı; o, modern ve laik Türkiye’nin kurucusu olarak öne çıkacak ve 1908 Devrimi’ni de desteklemişti.
1919-1923 yılları arasında süren Türk İç Savaşı veya Türk Kurtuluş Savaşı sırasında, Atatürk milliyetçilerle ve “Kemalistler” olarak adlandırılan yandaşlarıyla (aralarında eski Jön Türkler’den Ziya Gökalp gibi isimler de vardı) hem Anadolu’yu işgal eden Müttefik kuvvetlerine hem de işgalcilerle aşağılayıcı antlaşmaları imzalayan sultana karşı mücadele etti. Savaş, Türklerin zaferiyle sonuçlandı.
Yeni etnik temizlikler Savaşın sonlarına doğru, Eylül 1922’de, nedeni hiçbir zaman tam olarak açıklığa kavuşmayan büyük İzmir yangını meydana geldi; bu felakette on binlerce Rum ve Ermeni hayatını kaybetti. Yeni etnik çatışmaların önüne geçmek için Yunanistan ile Türkiye arasında bir nüfus mübadelesi yapılmasına karar verildi. Yaklaşık 1,3 milyon Rum Anadolu’dan Yunanistan’a göç ederken, yaklaşık 700.000 Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etti.
Atatürk ve eşi Latife Hanım, 1923 tarihli bir fotoğraf.
Son Osmanlı Sultanı VI. Mehmed tahttan indirildi ve 1923 yılında yeni başkent Ankara’da Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi. Beş yıl sonra cumhuriyet, İslam’ı resmî din olmaktan çıkardı ve bundan böyle kesin bir laik çizgi izlemeye başladı. Bununla birlikte, Atatürk döneminde Türkleştirme politikası sürdürüldü. Bu politika 1924 Anayasası’nda da kendini gösterdi. Örneğin, milletvekillerinin Türkçe konuşup okuyabilmeleri şart koşuluyordu. Bir yıl sonra, cumhuriyetin doğusunda Türkçe dışındaki dillerin kullanılması da yasaklandı. Bu tür önlemler özellikle özerklik talebinde bulunan Kürtlere karşı yöneltilmişti. 1926’da ise Ermeniler ve Rumların devlet memurluğunda görev almaları yasaklandı.
***************
Görüldüğü gibi, bay Kuipers’in yukarıdaki yazısı oryantalist sapmalarla çığırından çıkmış.
***************
NIET JUIST, MENEER KUIPERS: DE WEERGAVE VAN DE JONG-TURKEN DOOR EEN NEDERLANDSE SCHRIJVER… DE FEITEN, DE HIATEN EN DE ORIËNTALISTISCHE AFWIJKINGEN
Het artikel van Kuipers is niet volledig onjuist; qua chronologische volgorde is het vrij goed geordend.Maar geschiedenis is meer dan alleen een opeenvolging van gebeurtenissen.
Om geschiedenis te begrijpen, moet men ook de motieven en intenties zien.
En juist daar gaat Kuipers de fout in: hij kijkt door de bril van het Westen.
De kop van Kuipers – “In 1908 bepaalden de Jong-Turken de koers van Turkije’s toekomst” – klinkt op het eerste gezicht aantrekkelijk. Inderdaad, de revolutie van de Jong-Turken was een belangrijk keerpunt op de weg van het Ottomaanse Rijk naar de Republiek.
Maar Kuipers presenteert deze zin niet alleen als een historische constatering, maar als een soort “westerse moderniseringsformule”. Alsof Turkije pas echt “op koers” lag wanneer het de moderniseringslijn volgde die door het Westen was uitgestippeld…
In de ogen van het Westen bestaat nog altijd het beeld van “de Turk die probeert te verwesteren, maar het nooit helemaal lukt.” Toch waren de Jong-Turken noch het “modelleerlingetje” van het Westen, noch de vertegenwoordigers van een volk dat ontwaakte dankzij westerse gunsten.
De Jong-Turken waren kinderen van hun eigen tijd, voortgekomen uit hun eigen maatschappelijke spanningen en op zoek naar hun eigen oplossingen.
İlhan KARAÇAY onderzoekt en schrijft:
De Nederlandse auteur Jan J.B. Kuipers publiceerde onlangs een artikel met de titel “In 1908 bepaalden de Jong-Turken de koers van Turkije’s toekomst” (Jonge Turken bepaalden in 1908 de koers van Turkije’s toekomst). Ik heb zowel de originele Nederlandse versie als de Turkse vertaling zorgvuldig gelezen.
De historische gebeurtenissen zijn in de juiste volgorde geplaatst, de stijl is helder en de illustraties zijn aantrekkelijk. Op het eerste gezicht lijkt het alsof een westerse geschiedenisliefhebber op neutrale wijze het verleden van Turkije samenvat. Maar wie de tekst aandachtig leest, merkt al snel dat tussen de regels door de klassieke westerse kwaal van “vanuit boven kijken naar het Oosten” doorsijpelt.
Met andere woorden: tussen de historische feiten door zijn halve waarheden, ontbrekende contexten en herkenbare oriëntalistische accenten verweven. Het bekende beeld van “de Turk die probeert te verwesteren, maar er nooit helemaal in slaagt” klinkt opnieuw door.
Toch is geschiedenis niet alleen een kwestie van documenten, maar ook van intenties. En in het artikel van Kuipers vertellen de intenties meer over ideologie dan over geschiedenis.
Beste lezers, Jullie hebben het artikel van Kuipers waarschijnlijk nog niet gelezen. Eigenlijk zou het beter zijn om dat eerst te doen, maar omdat het vrij lang is, laat ik de keuze aan jullie. Daarom heb ik de volledige tekst onderaan dit stuk toegevoegd.
Ter inleiding geef ik hieronder mijn eigen analyse van Kuipers’ benadering.
EEN GROTE CLAIM DIE BEGINT MET ÉÉN TITEL
De titel “In 1908 bepaalden de Jong-Turken de koers van Turkije’s toekomst” klinkt op het eerste gezicht aantrekkelijk. Inderdaad, de revolutie van de Jong-Turken was een belangrijk keerpunt op de weg van het Ottomaanse Rijk naar de Republiek. Maar Kuipers presenteert deze zin niet enkel als een historische constatering, maar als een model van westerse modernisering. Alsof Turkije’s toekomst pas echt “op koers” lag voor zover het de moderniseringslijn volgde die door het Westen was uitgetekend… Deze benadering is historisch gezien deels juist, maar weerspiegelt mentaal gezien een westers superioriteitsdenken. Want de Jong-Turken waren noch de “modelleerlingen” van het Westen, noch de vertegenwoordigers van een volk dat ontwaakte dankzij westerse gunsten. Zij waren kinderen van hun eigen tijd, ontstaan uit hun eigen maatschappelijke spanningen en op zoek naar hun eigen oplossingen.
GEEF DE FEITEN HUN RECHT
Het artikel van Kuipers is niet volledig onjuist; qua chronologische volgorde is het vrij goed opgebouwd. Ja, in 1876 werd de Eerste Constitutionele Periode uitgeroepen, in 1878 sloot Abdulhamid het parlement, in 1908 werd onder leiding van het Comité voor Eenheid en Vooruitgang de Tweede Constitutionele Periode opnieuw uitgeroepen. In 1909 vond de 31 Maart-opstand plaats, in 1911 de oorlog in Tripolitanië, in 1912 de Balkanoorlogen, en in 1913 greep het driemanschap Enver–Talat–Cemal de macht. Uiteindelijk viel het rijk in 1918 uiteen, en werd in 1923 de Republiek geboren.
Die lijn klopt. Kuipers heeft de chronologie correct geplaatst. Ook het noemen van Ziya Gökalps ideologische rol en het benadrukken van het “multi-etnische” karakter van het Ottomaanse Rijk zijn terecht. Maar zoals gezegd: geschiedenis is méér dan een opeenvolging van feiten. Om haar te begrijpen, moet men ook de motieven en bedoelingen zien. En precies daar valt Kuipers terug in de val van het “kijken door een westerse bril.”
DE JONG-TURKEN VEROORDELEN ZONDER HEN TE BEGRIJPEN
Volgens sommige kringen weerspiegelt Kuipers’ beschrijving van de Jong-Turkse beweging een visie die het Westen al decennialang hanteert: “De revolutie, die democratie en nationalisme bracht, creëerde tegelijkertijd ook grote schaduwen door haar beleid van ‘Turkificatie’.” Deze benadering wordt door velen gezien als een voortzetting van een oude westerse generalisatie: “Turkse modernisering = onderdrukkend nationalisme.”
Toch menen sommige historici dat zo’n simplificatie de sociale dynamiek van de Ottomaanse samenleving aan het begin van de twintigste eeuw volledig miskent. Volgens verschillende historici stond achter de revolutie van 1908 niet enkel een groep idealistische officieren, maar ook een volk dat, na jarenlang onderdrukking te hebben gekend, simpelweg weer wilde ademhalen. Andere commentatoren benadrukken dat het juist de journalisten waren die worstelden met censuur, de intellectuelen in ballingschap, de studenten die vrijheid eisten en de zorgen over de volkeren die zich in de Balkan van het rijk losmaakten, die deze beweging voedden.
Daarom menen velen dat het onjuist is om de Jong-Turkse beweging slechts te zien als een “militaire coup” of een “imitatie van het Westen.” Zo’n benadering doet geen recht aan de complexiteit van het Turkse moderniseringsproces.
DE “DESPOTISCHE” KARIKATUUR VAN ABDÜLHAMID
Kuipers schetst sultan Abdülhamid II bijna als een tiran: “Hij bouwde een netwerk van geheime politie, liet de pers zwijgen en dreigde met de jihad…” Ja, een deel daarvan kan waar zijn, maar het is een eenzijdige voorstelling. Men ziet meteen dat dit het product is van een pen die de geschiedenis niet in haar volle dimensies leest.
Want tijdens dezelfde periode van Abdülhamid werden meer dan duizend nieuwe scholen opgericht in het hele rijk. Voor het eerst kwamen er moderne opleidingen in geneeskunde, techniek, landbouw en lerarenopleiding. Het spoorwegnet werd uitgebreid en de Berlijn–Bagdad-lijn begon onder zijn bewind. Hij voerde een uitgebalanceerde diplomatie met de buitenlandse ambassades en bood via zijn panislamitische politiek morele steun aan moslims die onder koloniale overheersing leefden.
Maar al deze feiten verdwijnen in de schaduw van het westerse etiket “despot.” Hetzelfde Westen dat in diezelfde jaren miljoenen mensen in Azië en Afrika tot koloniale onderworpenheid dwong, vergeet zijn eigen dictators, maar noemt elke oosterse leider een “tirannieke despoot.” Is dat niet het klassieke voorbeeld van oriëntalistische hypocrisie?
GEEN “TURKIFICATIE”, MAAR EEN STRIJD OM TE OVERLEVEN
Het woord dat Kuipers het vaakst herhaalt is “Turkificatie.” Hij gebruikt het op zo’n manier dat het lijkt alsof het Comité voor Eenheid en Vooruitgang een soort geheime organisatie was, bedoeld om minderheden uit te roeien.
Maar de werkelijkheid was heel anders. Aan het begin van de twintigste eeuw stond het Ottomaanse Rijk op het punt uiteen te vallen. De Balkan was verloren, de Arabische gebieden waren afgescheiden, en de Europese pers kopte: “De zieke man van Europa.”
In die omstandigheden hadden de Ittihatisten geen andere keuze dan een nationaal bewustzijn te creëren. Het “Turkificatiebeleid” was in feite een politiek van overleving, niet van vernietiging. Het was vergelijkbaar met het Franse proces van “verfransing” of het Italiaanse van “veritalianisering.” Maar zodra het woord “Turks” valt, plakt het Westen er onmiddellijk het label “assimilatie” op.
Kuipers presenteert dit beleid als een vorm van “onderdrukkende natievorming,” maar stelt niet de logische vraag: Wat had men anders moeten doen terwijl het rijk ineenstortte? Terwijl uit alle hoeken van het rijk separatistische winden waaiden, hoe realistisch was het toen nog om te blijven spreken van “samenleven onder één vlag”?
DE ARMENIË-KWESTIE BENADERD MET WESTERSE CLICHÉS
Een ander opvallend oriëntalistisch voorbeeld in Kuipers’ artikel is de manier waarop hij de gebeurtenissen van 1915 beschrijft: “De grootste daarvan was de Armeense genocide van 1915.”
Die zin staat daar als een voltooid oordeel, alsof het debat allang is beslecht. Er wordt niet gesproken over de omstandigheden van de oorlog, noch over de rol van de opstanden of de manipulaties van buitenlandse machten. Toch wordt dit onderwerp onder historici nog steeds uitvoerig bediscussieerd.
En niet alleen door Turkse historici: ook westerse academici zoals Guenter Lewy hebben geschreven dat de term “genocide” onvoldoende met bewijs is onderbouwd. Kuipers negeert die wetenschappelijke discussie volledig en verschuilt zich achter het éénstemmige westerse narratief.
En precies daar komt het oriëntalisme om de hoek kijken: Het Westen vertelt de tragedies van het Oosten, maar ziet daarbij nooit zijn eigen rol. Het noemt niet het Verenigd Koninkrijk, Rusland of Frankrijk, die destijds de Armeense opstanden actief steunden, maar wijst wél de Turken aan als de enigen die “schuldig” zouden zijn.
Zo’n benadering is geen geschiedenis, maar een vorm van politieke gemakzucht.
GEBREKKIGE RECHTVAARDIGHEID IN HET DEEL OVER ATATÜRK EN DE REPUBLIEK
Aan het einde van zijn artikel spreekt Kuipers over Atatürk. Hij noemt hem de stichter van het moderne, seculiere Turkije — en dat is volkomen terecht. Maar direct daarna volgt de zin: “Vijf jaar later werd de staatsgodsdienst afgeschaft en werd het secularisme ingevoerd. Maar het beleid van Turkificatie werd voortgezet…”
Daarmee lijkt hij te suggereren dat de Atatürk-periode slechts een voortzetting was van een onderdrukkend beleid. Toch deed Atatürk iets heel anders: hij legde de grondslagen van een natiestaat. Het ging niet langer om een rijk, maar om een republiek gebaseerd op gelijke burgerschap.
Natuurlijk kwamen daar hervormingen bij zoals taal- en onderwijseenheid — iets anders was simpelweg niet mogelijk. Als Kuipers dit echt had willen begrijpen, had hij alleen maar naar de geschiedenis van Nederland hoeven kijken. Kon iemand die in de 19e eeuw geen Nederlands sprak, ambtenaar worden in Nederland? En hoe werden de spanningen tussen katholieken en protestanten toen overwonnen?
Elke natie heeft haar eigen proces van “eenwording” doorgemaakt. Maar zodra het om Turkije gaat, roept het Westen meteen: “onderdrukking!” Dat is geen historisch, maar een mentaal dubbel standaard.
DE GEUR VAN ORIËNTALISME: NEERBUWENDE BLIK EN MISSIONAIRE TAAL
Door het hele artikel van Kuipers waait een herkenbare toon: alsof het Westen de plicht heeft om Turkije lessen te geven in democratie en vrijheid. Alsof de modernisering van het Ottomaanse Rijk enkel mogelijk was dankzij de genade van Europa. Die toon doet denken aan de missionaire geschriften uit de 19e eeuw.
Zelfs wanneer Kuipers over de Jong-Turken schrijft, noemt hij hen “hervormers geïnspireerd door het Westen.” Toch beleefden in diezelfde periode landen als Japan, Rusland, Iran en zelfs Egypte hun eigen moderniseringsprocessen. Modernisering is geen uitvinding van het Westen. Turkije heeft zijn eigen, unieke moderniseringspad getekend — een pad waarin zowel westerse invloeden als inheemse waarden samenkwamen. Maar het westerse denken kan dat moeilijk aanvaarden. Want als het dat zou doen, zou het zijn gevoel van superioriteit verliezen.
EEN DANKWOORD EN EEN WAARSCHUWING
Het artikel van Kuipers toont in elk geval één ding aan: Het Westen blijft geïnteresseerd in de geschiedenis van Turkije. Maar die interesse is meestal niet om te begrijpen, maar om te vertellen. Met andere woorden: het Oosten laten spreken, maar in westerse zinnen.
Ja, de revolutie van 1908 bepaalde de koers van Turkije. Maar die koers was niet die van het Westen — het was de koers van de wil van het Turkse volk zelf. En die koers werd in 1923 bekroond met de Republiek.
Als Turkije vandaag, ondanks al zijn tekortkomingen, nog steeds overeind staat, dan komt dat — volgens historici — door de eerste roep van de Jong-Turken om vrijheid. Iedere westerse pen die hen klein maakt of veroordeelt zonder te begrijpen, is in werkelijkheid een pen die bang is om in de eigen spiegel te kijken.
Tot slot wil ik dit zeggen: Het artikel van Jan J.B. Kuipers verdient respect als journalistieke poging, want het getuigt van kennis van de feiten. Maar geestelijk blijft het gevangen in de spiegel waarin het Westen al eeuwen zichzelf ziet.
Geschiedenis is de spiegel van een volk, maar je kunt niet altijd van buitenaf in die spiegel kijken. Soms moet men van binnenuit kijken — met eigen ogen, eigen stem en eigen ziel.
Wij moeten de Jong-Turken lezen zonder hen te verheerlijken of te veroordelen, maar door hen te begrijpen. Want hun droom van vrijheid was niet enkel de vonk van een revolutie, maar het verhaal van een volk dat nog altijd zijn bestaan verdedigt.
DE FEITEN DIE HET WESTEN NIET KENT OF VERVALST
Op de ochtend van 24 juli 1908 heerste er een feestelijke sfeer in de straten van Istanbul, Saloniki en Monastir. De kranten Tanin, İkdam en Servet-i Fünun hadden allemaal dezelfde kop: “Het volk zal zijn eigen lotsbestemming met eigen hand bepalen.” Die dag omhelsden moslims, christenen en joden elkaar op hetzelfde plein. Dat tafereel liet zien dat de beweging die het Westen neerbuigend als “onderdrukkende Turkificatie” bestempelt, in werkelijkheid een droom van vrijheid was.
DE PERIODE VAN ABDÜLHAMID: ONDERDRUKKING OF MODERNISERING?
Westerse historici noemen hem een “despot”, maar de cijfers vertellen een ander verhaal: • 5.000 nieuwe lagere scholen, 7 middelbare scholen (sultani) en 18 gymnasia (idadi) (1876–1909) • Vernieuwing van de Gülhane Medische Academie (1898) • 2.500 km nieuwe spoorlijnen (1890’s) • Oprichting van meisjesscholen en technische ambachtsscholen (1880’s)
Deze cijfers tonen aan dat Abdülhamid niet enkel een “autoritaire heerser” was, maar ook een leider die de basis legde voor modernisering.
DE JONG-TURKSE BEWEGING GEWORTELD IN HET VOLK
De lokale organisatie van het Comité voor Eenheid en Vooruitgang vóór 1908: • In Saloniki: 800 leden (officieren, ambtenaren, handelaars en leraren) • In Monastir: 400 leden • In Istanbul: 250 burgerlijke sympathisanten
Deze cijfers tonen dat het geen elitair staatsgreep was, maar een maatschappelijke roep om vrijheid.
DE GEBEURTENISSEN VAN 1915: EEN OMSTREDEN GESCHIEDENIS
Kuipers spreekt over een “genocide,” maar ook in het Westen klinken andere stemmen: Guenter Lewy (VS): “Er is geen bewijs voor een intentie tot genocide.” Bernard Lewis (VK): “De deportaties waren het gevolg van oorlogsomstandigheden.” Edward Erickson (VS): “De Armeense opstanden vormden een groot veiligheidsrisico achter het front.”
De geschiedenis spreekt nog steeds — maar Kuipers hoort slechts één stem.
TAAL- EN BURGERSCHAPSBELEID IN DE PERIODE VAN ATATÜRK
Volgens Kuipers “werd de Turkificatie voortgezet,” maar in werkelijkheid was het doel eenheid scheppen: • Tussen 1924 en 1934 werden 15.000 dorpsscholen geopend. • 2,5 miljoen volwassenen leerden lezen en schrijven in de “Volks- of Nationale Scholen” (Millet Mektepleri). • Volgens de volkstelling van 1934 steeg het percentage Turkssprekenden van 68% naar 87%.
Dat was geen assimilatie, maar integratie door onderwijs.
SLOTWOORD: DE STEM VAN DE GESCHIEDENIS LIGT NIET IN ARCHIEVEN, MAAR IN HET HART VAN HET VOLK
Misschien schreef Kuipers met goede bedoelingen, maar hij schreef onvolledig. Want de westerse archieven zijn koud: daar voel je noch de vreugde van de vrijheid, noch het verdriet om een verloren rijk. Onze geschiedenis moet daarom niet alleen uit documenten worden gelezen, maar ook uit de verhalen van mensen.
******************
Hier volgt het artikel van Kuipers, vol oriëntalistische ontsporingen.
Jonge Turken bepaalden in 1908 de koers van Turkije’s toekomst
Postkaart ter gelegenheid van de vaststelling van de Turkse grondwet van 24 juli 1908.
In 1908 pleegde de politieke hervormingsbeweging van de Jonge Turken in het Ottomaanse rijk een staatsgreep tegen sultan Abdülhamit II. Hun machtsovername luidde een tweede constitutionele periode in, maar voor de eerste keer in de Turkse geschiedenis brak een tijdperk aan met een meerpartijenstelsel. De democratische, nationalistische omwenteling die gepaard ging met ‘turkificatie’ had op termijn ook grote schaduwzijden.
EERSTE CONSTITUTIE
Titelblad van de eerste, islamitisch georiënteerde constitutie van het Ottomaanse rijk (Turkije).
Jonge Turken of Jong-Turken (jön Türkler) is eigenlijk een bijnaam. De eigenlijke naam voor de in 1899 opgerichte, illegale groep was ‘Comité voor Eenheid en Vooruitgang’ (Ittihad). Het Comité kwam deels voort uit de hervormingsbeweging van de Jong-Ottomanen, die in 1876 aandrongen op een eerste constitutionele regering, die overeen moest komen met soortgelijke regeringen in Europa.
Dit streven leidde tot de onttroning van sultan Abdülaziz, die na een korte periode onder Murat V werd opgevolgd door Abdülhamit II (Abdul Hamid). Het parlement werd echter in 1878 alweer door hem geschorst, de grondwet buiten werking gesteld en de absolute monarchie hersteld.
Abdülhamit II nam vervolgens het imago aan van verdediger van moslims over de hele wereld en dreigde met een jihadistische oorlog tegen de westerse imperialisten in Azië. De nadruk op islamitische waarden en het idee van een Ottomaans ‘kalifaat’ was min of meer een gevolg van de afname van de militaire kracht van het rijk en speelde al een rol tijdens de opstand van de Saoedi’s in Arabië in 1802.
Sultan Abdülhamit II (1876-1909). Portret uit 1918, onbekende maker.Abdülhamit II gaf de idee van het kalifaat en het panislamisme gewicht via diplomatieke betrekkingen met andere islamitische landen, hoewel de invloed daarvan beperkt bleef. Om zijn eigen bevolking in toom te houden werd een groot netwerk van informanten opgebouwd en een geheime politie (Umur-u Hafiye) ingesteld. Ook liet hij de pers streng controleren. De toenemende onderdrukking versterkte bij veel intellectuelen juist het verlangen naar een herhaling van het democratische experiment.
Turkificatie
De belangrijkste ideologen van Ittihad waren de socioloog Ziya Gökalp en Talaat Pasja. De beweging verwierf ook grote aanhang onder jonge officieren. De machtsbasis van de groep bevond zich in de stad Salonika (nu Thessaloniki in Griekenland). Vooral Ziya Gökalp (1876-1924) was een spreekbuis van de nationalistische tendens. Hij wilde hervormingen naar westerse snit, maar hamerde ook op de eigen, Turkse identiteit. Het ontbrak de Turken van zijn tijd volgens hem aan zelfkennis en aan bewustzijn van hun nationale verantwoordelijkheid.
Fotoportret van Ziya Gökalp. Fotograaf onbekend.Het multi-etnische en multireligieuze karakter van de kwijnende Ottomaanse staat, die aan het eind van de negentiende eeuw wel ‘de zieke man van Europa’ werd genoemd, keurde Gökalp sterk af. Hij bepleitte ‘turkificatie’, herbezinning op Turks-etnische waarden en hegemonie van de Turkse taal, cultuur en religie (de islam), kortom de waarden van de Turkssprekende bevolking in Klein-Azië.
Dit streven richtte zich ook tegen de toenemende macht van het Westen over het Ottomaanse rijk en de invloed van grote minderheden in Turkijke, zoals de Griekse en Armeense christenen. Turkse intellectuelen moesten in het proces van turkificatie het voortouw nemen. Seculier gezinde hervormingsgezinden hadden vooralsnog de overhand in de Jong-Turkse beweging. Behalve door Europese voorbeelden werden de Jong-Turken geïnspireerd door de recente ontwikkelingen in Japan, dat zich in een snel tempo had gemoderniseerd.
De staatsgreep
In april 1908 leidde de Turkse officier Ahmed Niyazi Bey, gestationeerd in Macedonië, een mars op Istanbul om het regime van Abdulhamit II omver te werpen. Ook andere Jonge Turken voegden zich bij de opstand. Op 3 juli eiste Ahmed Niyazi het herstel van de grondwet.
Het ontbrak Abdülhamit II aan loyale troepen, zodat hij moest capituleren. Op 23 juli verklaarde Enver Pasja dat de grondwet was hersteld. De sultan bleef in functie, maar zijn macht werd hem ontnomen. Het parlement werd eveneens in ere hersteld, een aangepaste grondwet trad in werking.
De vlag van de Jonge Turken met de deels aan de Franse revolutie ontleende termen ‘Adalet, İttihat, Uhuvvet, Müsavat, Hürriyet’ (Rechtvaardigheid, Eenheid, Broederschap, Gelijkheid, Vrijheid).
Het nationalisme van veel Jong-Turken streefde aanvankelijk naar integratie van alle aanwezige etniciteiten en religies in het rijk. Hierom vonden de eerste dagen na de machtsovername vooral op de Balkan verbroederingen plaats tussen Turkse, Griekse, Bulgaarse, Armeense en Joodse onderdanen en elders tussen Turken, Koerden en Arabieren. Deze euforie hield niet lang stand. Oostenrijk-Hongarije hield Bosnië-Herzegovina al dertig jaar bezet en annexeerde het nu officieel. Ook Bulgarije verklaarde zich op 22 september onafhankelijk. Dit alles wekte wantrouwen jegens de christenen, die als zondebok gingen fungeren en als vijanden van de natie werden gezien.
Tegencoup, oorlogen
Al in april 1909 beraamden sympathisanten van Abdülhamit II een tegencoup. Deze werd verijdeld door de Jonge Turken. Abdülhamit II werd verbannen naar Saloniki en vervangen door zijn broer Mehmet V Reşat, die slechts een symbolische rol vervulde.
De aftakeling van het rijk ging door. In september 1911 brak de Italiaans-Turkse Oorlog uit om Libië. Dit conflict was nog niet beëindigd, toen in oktober 1912 de eerste Balkanoorlog losbarstte. Onder Russische leiding bereidden de Slavische landen en Griekenland de verdeling van Europees Turkije voor. Het Ottomaanse rijk moest hierdoor vrede sluiten met Italië en zijn troepen uit Libië terugtrekken, om ze in te kunnen zetten in de Balkanoorlog. Deze werd niettemin verloren, hetgeen betekende dat afscheid genomen moest worden van grote delen van het resterende Europese grondgebied.
Bulgaren maken zich op om Adrianopel (Edirne) aan te vallen. Onbekende fotograaf, 1912.
In 1913 volgde de Tweede Balkanoorlog, waarin Servië, Roemenië en Griekenland tegen Bulgarije vochten om het veroverde gebied te herverdelen. Hetzelfde jaar sloot Duitsland onder keizer Wilhelm II een militair verdrag met Turkije.
Eerste Wereldoorlog
Te midden van al deze troebelen vond een nieuwe staatsgreep plaats. De Jong-Turken Enver Pasja, Talaat Pasja en Djemal Pasja grepen de macht en regeerden voortaan als driemanschap. Behalve Talaat Pasja hadden de nieuwe leiders een militaire achtergrond. ‘Pasja’ was sinds de vijftiende eeuw een door de sultan toegekende titel voor de hoogste ambtenaren en militairen met generaalsrangen. De titel werd achter de naam van betrokkenen geplaatst.
Enver Pasja, de belangrijkste man van het driemanschap en minister van oorlog, was enige tijd militair attaché in Duitsland geweest; onder het driemanschap koos Turkije de kant van Oostenrijk en Duitsland in de Eerste Wereldoorlog. Belangrijkste reden was de weigering van Frankrijk, Engeland en Rusland om een bondgenootschap aan te gaan, omdat deze grootmachten het Ottomaanse rijk intussen als een afgedane zaak beschouwden. Enver liet op 29 oktober 1914 Duitse oorlogsbodems onder Ottomaanse vlag Russische Zwarte-Zeehavens bombarderen, waarmee de deelname aan de oorlog een feit was.
Enver Bey (Enver Pasja) and Niyazi Bey, een andere hoofdrolspeler in de Jong-Turkse revolutie, op een postkaart uit 1908.
Ingekleurd fotoportret van Djemal Pasja. Onbekende fotograaf, 1917.De term genocide voor dit historische drama is door Turkije nooit aanvaard. In 2006 publiceerde de Amerikaanse politicoloog Guenter Lewy zijn internationaal sterk bekritiseerde, maar in Turkije toegejuichte studie The Armenian Massacres in Ottoman Turkey: A Disputed Genocide, waarin hij betoogde dat er onvoldoende bewijs was voor de organisatie door het Jong-Turkse regime van de massamoorden op Armeniërs, waaraan overigens ook Koerdische bendes participeerden.
Einde Ottomaanse rijk
Toen het verlies van de oorlog door Duitsland, Oostenrijk en hun bondgenoten Turkije en Bulgarije onafwendbaar was, werd ook de regering van Talaat Pasja en de zijnen onmogelijk. De regering trad af op 14 oktober 1918. Het driemanschap vluchtte op 1 november aan boord van een Duitse onderzeeër het land uit. Diezelfde week hief het Comité voor Eenheid en Vooruitgang zichzelf op. De Jong-Turken waren niet meer, de Britsgezinde Vrijheid en Akkoordpartij vormde een nieuwe regering.
De leden van het driemanschap betaalden een hoge prijs voor hun vroegere activiteiten. Talaat Pasja en Djemal Pasja werden in respectievelijk 1921 en 1922 door Armeniërs vermoord wegens hun aandeel in de Armeense genocide. Enver Pasja sneuvelde in 1922 tijdens gevechten tegen het Russische leger; volgens één overgeleverde toedracht zou ook hiervoor een Armeniër verantwoordelijk zijn.
De Duitse keizer Wilhelm II begroet in Istanbul zijn Turkse bondgenoten,
15 oktober 1917. Rechts van hem sultan Mehmed V, achter hem Enver Pasja.
Griekenland had aan geallieerde zijde gestreden en kreeg gebiedsuitbreiding in Ottomaans gebied: heel Thracië, de eilanden Tenedos en Imbros en een streek rondom de stad Smyrna. De eerste Griekse troepen landden in mei 1919 in Izmir. Nu trad Mustafa Kemal Atatürk naar voren, die zich zou ontpoppen als stichter van het moderne, seculiere Turkije en ook de revolutie van 1908 had gesteund.
In de Turkse Burgeroorlog of Turkse Onafhankelijkheidsoorlog (1919-1923) bestreed hij met de nationalisten en zijn ‘kemalisten’ (bij wie zich ook voormalige Jonge Turken als Ziya Gökalp hadden aangesloten) zowel de geallieerde bezetters van Anatolië als de sultan, die de vernederende verdragen met de bezetters had ondertekend. De oorlog eindigde in een Turkse overwinning.
Nieuwe etnische zuiveringen
Tegen het eind van de oorlog, in september 1922, voltrok zich de nooit opgehelderde grote brand van Smyrna, waarbij tienduizenden Grieken en Armeniërs omkwamen. Om nieuwe etnische spanningen te bezweren, besloot men tot een Grieks-Turkse bevolkingsruil. Ongeveer 1,3 miljoen Grieken vertrokken uit Klein-Azië naar Griekenland, terwijl ongeveer 700.000 Turken vanuit Griekenland naar Turkije migreerden.
De laatste sultan Mehmed VI werd afgezet en in 1923 werd de Republiek Turkije uitgeroepen in de nieuwe hoofdstad Ankara, Vijf jaar later schafte de republiek de islam als staatsgodsdienst af en voerde voortaan een strikt seculiere koers. De politiek van turkificatie werd onder Atatürk niettemin voortgezet. Deze kwam tot uitdrukking in de grondwet van 1924. Parlementsleden moesten bijvoorbeeld Turks kunnen spreken en lezen. Een jaar later verbood men zelfs niet-Turkse talen in het oosten van de republiek. Dergelijke maatregelen waren vooral gericht tegen de naar autonomie strevende Koerden. In 1926 werd bepaald dat Armeniërs en Grieken uitgesloten waren van functies in de ambtenarij.
**************************
Zoals te zien is, is de tekst van de heer Kuipers ontspoord onder invloed van oriëntalistische denkbeelden.
UHA HABER / Afganistan’daki Alman ve yerel görevlilerin tahliyesindeki gecikmeler nedeniyle eleştirilerin odağında olan Almanya Savunma Bakanı Kramp-Karrenbauer, “kararlarının sorumluluğunu almaya hazır olduğunu” söyledi. (UHA) Uluslararası Haber Ajansı’nın (Reuters,dpa/BÖ,SSB)’ye dayandırdığı habere göre, Afganistan’da Taliban’ın kontrolü ele geçirmesinden sonra ülkedeki Alman ve Alman kuruluşları için görev yapmış Afgan görevlilerin tahliyesinde gecikme...
UHA HABER / Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği’nin Akdeniz’deki göçmen politikalarını sert biçimde eleştiren bir rapor yayınladı. Konsey, Akdeniz üzerinden Avrupa’ya geçmeye çalışan göçmenlerin dramının 2020 yılında daha da ağırlaştığına dikkat çekti. Raporda, “Akdeniz’i geçerek Avrupa’ya ulaşmaya çalışan binlerce mülteci ve göçmenin, denizde ölüme teslim edildiği” belirtilerek, üye devletlerden bir an...
UHA HABER / Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov Türkiye’ye Ukrayna’nın “militarist duygularını” teşvik etmeme uyarısı yaptı. Lavrov “Umuyoruz ki Ankara izlediği çizgiyi meşru endişelerimiz uyarınca düzeltir” ifadelerini kullandı. (UHA) Uluslararası Haber Ajansı’nın (DW, Reuters / EC, SÖ)’ye dayandırdığı habere göre, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Türkiye’ye Ukrayna’nın “militarist duygularını” teşvik...
UHA HABER / Türkiye’den İngiltere’ye giden kişilere otel karantinası zorunluluğu kaldırılsa da Türkiye’de aşılanmış kişilere ev karantinası zorunluluğu getirildi. Peki bu zorunluluk kalkabilir mi? (UHA) Uluslararası Haber Ajansı Avrupa Temsilcisi Tuba Nur TÜRKELİ’nin (BBC)’den aktardığı Onur EREM’in haberine göre, İngiltere geçen hafta aldığı karar ile Türkiye’yi 22 Eylül’den itibaren geçerli olacak...
BERLİN – UHA HABER / Rusya’nın Ukrayna’ya savaşını “dönüm noktası” olarak nitelendiren Başbakan Scholz, Almanya’nın savunma harcamalarını artıracağını ve bunun için 100 milyar euroluk ek fon öngörüldüğünü açıkladı. (UHA) Uluslararası Haber Ajansı Avrupa Temsilcisi Tuba Nur TÜRKELİ’nin haberine göre, Almanya Başbakanı Olaf Scholz, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısına tepki olarak, Alman ordusuna verilen mali...
BERLİN-UHA HABER / Almanya Türk Toplumu, ırkçı NSU çetesinin ortaya çıkmasının onuncu yıl dönümünde çetenin daha fazla araştırılmasını istedi. NSU, 8’i Türk 10 kişiyi katletmişti. Almanya Türk Toplumu derneği, 8’i Türkiye kökenli 10 kişinin katili ırkçı Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) örgütünün varlığının ortaya çıkmasının onuncu yıldönümü nedeniyle yaptığı açıklamada, ırkçı...
* İsrail’in iki ayı aşkın süredir bombaladığı Gazze’de yıkım, her geçen gün artıyor. * 2. Dünya Savaşı’nda harabeye dönen Alman şehirleriyle kıyaslanan tahribatın büyüklüğü yüzde 70’e ulaştı. * Uzmanlar, İsrail’in kullandığı mühimmata ve hedef gözetmediğine dikkat çekiyor. UHA / İnternational News Agency “Gazze’deki tarihin en yoğun bombalama kampanyası 2. Dünya Savaşı’nın...
UHA HABER / Fransa’da yeni enfeksiyonların artması nedeniyle yeni bir koronavirüs sağlık geçiş sistemi yürürlüğe girdi. Fransa’da günlük vaka sayısının 18 bini aşmasının ardından Sağlık Bakanı Olivier Veran, ülke genelinde uygulanacak yeni kararladı açıkladı. Çarşamba gününden itibaren, insanlar müze ve sinemaya girmek için aşı kanıtına, negatif teste veya yakın zamanda Covid’den...