“KKTC Cumhurbaşkanlığı Seçimleri; Doğu Akdeniz Dengesi ve Jeopolitik Yansımalar”

KKTC’deki seçimler, jeopolitik denklem açısından bir devrim değil, yönelim değişikliği olarak okunmalıdır. Tufan Erhürman’ın federasyon eksenli yaklaşımı, uluslararası meşruiyet arayışını yeniden canlandırabilir, ancak Güney Kıbrıs’ın maksimalizmi, AB’nin taraflı tutumu ve Doğu Akdeniz’deki askeri bloklaşma, bu sürecin başarı şansını ciddi biçimde sınırlandırmaktadır.
Mehmet Gökhan Özçubukçu, Uluslararası İlişkiler Uzmanı
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde 19 Ekim 2025’te yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri, yalnızca ada siyasetinde değil, Doğu Akdeniz’deki stratejik dengeler açısından da tarihsel bir dönüm noktası olarak değerlendirilmektedir. Bu seçim, Türk tarafında iç siyasal yönelimin yeniden şekillendiği, Kıbrıs sorununun geleceği üzerinde doğrudan etkiler yaratabilecek bir sürecin başlangıcını temsil etmektedir. Yirmi yılı aşkın süredir adada çözümsüzlüğün hâkim olduğu bir ortamda, seçmen tercihlerinin beklenmedik biçimde değişmesi hem yerel hem de bölgesel aktörler açısından yeni bir jeopolitik tablo ortaya çıkarmıştır.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanlığı seçimleri, yalnızca yerel siyasal rekabetin değil, Doğu Akdeniz jeopolitiğinin ve Türkiye’nin güvenlik mimarisinin de yansıma alanı olarak değerlendirilmelidir. Tufan Erhürman liderliğindeki Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin (CTP) seçim zaferi, Ada siyasetinde ideolojik tonun yumuşadığı, fakat stratejik parametrelerin değişmediği bir döneme işaret etmektedir. Zira Doğu Akdeniz’deki güç dengeleri, politik söylemlerin değil, stratejik çıkarların belirleyici olduğu bir gerçeklik alanıdır. Bu çerçevede Erhürman’ın seçimi kazanması, federatif çözüm arayışına yönelik diplomatik bir açılım vaadi taşısa da bölgedeki askeri, enerji ve güvenlik dengeleri dikkate alındığında, Türkiye-KKTC ekseninin jeopolitik zorunluluklarının değişmediği görülmektedir.
Seçim sonuçları, Ada’daki iki temel siyasal hattın yeniden tanımlanması açısından önemlidir. Bir yanda iki egemen devlet esasına dayalı çözümü savunan Ersin Tatar çizgisi, diğer yanda ise federasyon modelini uluslararası hukuk zemininde yeniden canlandırmayı hedefleyen Tufan Erhürman vizyonu bulunmaktadır. Bu iki yaklaşım, aslında Kıbrıs Türk toplumunun kimliksel yönelimleriyle de yakından ilişkilidir. Tatar’ın söylemi, Türkiye ile tam yakınlık ve ulusal güvenlik eksenli bir kimlik tahayyülünü temsil ederken; Erhürman’ın çizgisi, Avrupa hukuk sistemine entegreye dayalı bir modern yurttaşlık kimliğini öne çıkarmaktadır. Ancak bu kimliksel farklılıklar, Doğu Akdeniz’deki güç projeksiyonlarının sınırlarını aşamamaktadır. Çünkü Kıbrıs’ın jeopolitik değeri, sadece kimlik politikalarıyla değil, deniz yetki alanları, enerji hatları ve güvenlik koridorlarıyla belirlenmektedir.
Doğu Akdeniz jeopolitiği, son on yılda giderek sertleşen bir rekabet alanına dönüşmüştür. Gazze krizi sonrası İsrail’in stratejileri, ABD-İsrail-Güney Kıbrıs-Yunanistan ekseninin askeri ve enerji iş birliklerini yoğunlaştırmış; bu da Ada’yı bir “ileri karakol” mantığıyla yeniden konumlandırmıştır. Bu denklemde Türkiye ve KKTC’nin stratejik varlığı, sadece bir bölgesel pozisyon değil, aynı zamanda enerji jeopolitiğinde bir denge unsuru haline gelmiştir. Dolayısıyla KKTC’de iktidara gelen her yönetim, hangi ideolojik tonla hareket ederse etsin, bu yapısal zorunlulukların dışına çıkamaz. Tufan Erhürman yönetimi, federasyon temelinde yeni bir müzakere süreci arzulayabilir; ancak bu arayış, Güney Kıbrıs’ın maksimalist talepleri, Avrupa Birliği’nin taraflı tutumu ve Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki revizyonist stratejileri nedeniyle pratik bir açılım yaratmakta zorlanacaktır.
Bu bağlamda KKTC seçim sonuçları, sembolik düzeyde bir değişimi, yapısal düzeyde ise sürekliliği temsil etmektedir. Seçmen tercihlerine bakıldığında, Kıbrıs Türk toplumunun bir kısmı izolasyondan çıkma, uluslararası sistemle entegrasyon ve ekonomik istikrar beklentisiyle CTP’ye yönelmiştir. Ancak bu yönelimin, Türkiye ile ilişkilerde radikal bir kopuş anlamına gelmediği açıktır. Zira KKTC’nin ekonomik, güvenlik ve diplomatik kapasitesi, Ankara ile koordinasyondan bağımsız sürdürülebilir değildir. Türkiye’nin Mavi Vatan vizyonu, sadece deniz yetki alanlarını koruma projesi değil, aynı zamanda Kuzey Kıbrıs’ın jeopolitik sigortasıdır. Bu bağlamda Erhürman yönetimi için asıl sınav, federasyon idealini diplomatik zeminde yeniden canlandırırken, Türkiye ile tam güvenlik uyumunu ve Doğu Akdeniz’deki stratejik koordinasyonu koruyabilmektir.
Ankara açısından bakıldığında, seçim sonuçları kısa vadede bir rahatsızlık yaratmamıştır. Türkiye’nin KKTC’ye yaklaşımı, kişilere değil, devlet sürekliliğine dayalıdır. Ancak Ankara, yeni dönemde Kıbrıs’taki müzakere zemininin “federasyon” söylemi üzerinden yeniden tanımlanmasına temkinli yaklaşacaktır. Çünkü Türkiye’nin dış politika doktrininde, özellikle 2016 sonrası dönemde, “egemen eşitlik” ilkesi kırmızı çizgi olarak benimsenmiştir. Bu nedenle Erhürman’ın olası diplomatik açılımlarında, federasyonun Türkiye’nin güvenlik çıkarlarını zedelememesi, Mavi Vatan haritasının sınırlarını tartışmaya açmaması ve KKTC’nin devletsel statüsünü zayıflatmaması temel koşullardır.
Doğu Akdeniz Jeopolitiği ve Enerji Güvenliği
Doğu Akdeniz’deki enerji paylaşım mücadelesi, Kıbrıs sorununun diplomatik yönünü jeostratejik bir meseleye dönüştürmüştür. İsrail’in Leviathan ve Karish sahalarındaki enerji hatlarını Avrupa’ya taşımak için Güney Kıbrıs ve Yunanistan ile geliştirdiği EastMed hattı, Türkiye ve KKTC’yi sistematik olarak dışlamaktadır. Bu dışlanma, aslında Kıbrıs Türk tarafının federasyon çabalarının önündeki en somut duvardır. Zira Güney Kıbrıs yönetimi, enerji diplomasisini bir “tanınma” aracına dönüştürerek, federasyon sürecinde Türk tarafına asgari yetki bile tanımamaktadır. Dolayısıyla Erhürman’ın diplomasi vizyonu, bu enerji temelli dışlama stratejisiyle karşı karşıyadır.
Jeopolitik parametrelerin yanı sıra, Kıbrıs Türk toplumunun psikopolitik yapısı da seçim sonuçlarının analizinde belirleyicidir. Uzun yıllardır uluslararası tanınma eksikliği, ekonomik bağımlılık ve kimliksel ikilem, toplumda “ikili aidiyet” psikolojisini derinleştirmiştir. Bir yanda Türkiye’ye kültürel ve güvenliksel bağlılık, diğer yanda Avrupa sistemine entegre olma arzusu vardır. Bu ikili yapı, seçimlerde zaman zaman federatif söylemlere destek olarak, bazen de iki devletli çözüm çağrısı şeklinde tezahür etmektedir. Tufan Erhürman’ın zaferi, bu psikolojik dalgalanmanın federasyon lehine geçici bir yansıması olarak okunabilir. Ancak toplumun derin kodlarında Türkiye ile stratejik birliktelik fikri, hâlâ baskın bir kimlik bileşeni olarak varlığını korumaktadır.
Uluslararası sistemin mevcut yapısı da Erhürman yönetiminin manevra alanını sınırlamaktadır. 2020’li yılların ortasında Avrupa Birliği, Kıbrıs sorununda statükoyu koruma eğilimindedir. AB, Güney Kıbrıs’ı tam üye olarak kabul etmiş olmanın stratejik maliyetini göze alamadığı için, federasyon sürecinde gerçek bir tarafsızlık sergileyememektedir. Aynı şekilde ABD, İsrail ile güvenlik koordinasyonu gereği, Ada’yı NATO dışı bir üs mantığıyla değerlendirmekte, dolayısıyla Türk tarafının taleplerine mesafeli durmaktadır. Bu denklemde Erhürman’ın diplomasi vurgusu, bir tür sembolik “yumuşak güç” arayışıdır; ancak sahadaki sert güç dengeleri değişmedikçe, bu vizyonun sonuç üretmesi zordur.
Bu gerçekler ışığında, 2025 seçimleri, KKTC’nin uluslararası konumunu yeniden tanımlamaktan çok, iç siyasal dengeyi yeniden biçimlendirmiştir. CTP’nin zaferi, toplumsal düzeyde daha çoğulcu, Avrupa merkezli bir siyasi dilin önünü açabilir; fakat jeopolitik gerçekler, Türkiye-KKTC ekseninin stratejik sürekliliğini zorunlu kılmaktadır. Mavi Vatan, yalnızca bir deniz yetki doktrini değil, aynı zamanda Türkiye’nin ulusal güvenlik parametresidir; bu nedenle KKTC’nin geleceği, bu vizyonun içinde şekillenmek durumundadır. Ankara’nın güvenlik koordinasyonu ve enerji politikaları, KKTC’nin jeopolitik özerkliğini garanti altına alan faktörlerdir. Bu bağlamda, Erhürman yönetimi için en rasyonalist yol diplomatik esneklikle stratejik uyumun dengelenmesidir.
Değerlendirme
Sonuç olarak, KKTC’deki seçimler, jeopolitik denklem açısından bir devrim değil, yönelim değişikliği olarak okunmalıdır. Tufan Erhürman’ın federasyon eksenli yaklaşımı, uluslararası meşruiyet arayışını yeniden canlandırabilir, ancak Güney Kıbrıs’ın maksimalizmi, AB’nin taraflı tutumu ve Doğu Akdeniz’deki askeri bloklaşma, bu sürecin başarı şansını ciddi biçimde sınırlandırmaktadır. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki güvenlik çıkarları ve KKTC’nin varoluşsal konumu, herhangi bir politik değişimden bağımsız olarak korunmalıdır. Zira Doğu Akdeniz dengesi, günlük siyasetin değil, güç ve güvenlik mantığının alanıdır. Bu bağlamda 2025 seçimleri, Ada’da ideolojik farklılıkların ötesinde, jeopolitik sürekliliğin bir kez daha teyididir. KKTC’nin geleceği, federasyon hayalleriyle iki devletli çözüm vizyonu arasında salınsa da, coğrafyanın dayattığı realite değişmemektedir: Kıbrıs Türk halkının güvenliği, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki stratejik varlığıyla özdeşleşmiştir.