Halkı Kaybeden Sol, Kimi Kazandı?

Türk solunun halktan kopuk yapısı, ideolojik söylemlerle değil, sosyo-kültürel gerçekliklerle şekillendi.
Hüseyin ARSLAN, SETA Araştırmacı
Türkiye’de solun iktidara gelememesine dair yapılan değerlendirmelerde en sık dile getirilen sebeplerden biri, solun çok sayıda fraksiyona ayrılmasıdır. Bu görüş hem akademik çevrelerde hem de kamuoyunda zamanla yerleşmiş ve neredeyse bir ön kabul haline gelmiştir. Bu düşünce, ironiyle harmanlanarak popüler kültürde de kendine yer bulmuştur. Sinema filmlerinde dahi solun kendi içinde bölünmüş yapısı mizahi bir dille eleştirilir ve siyasal alandaki etkisizliğinin nedeni olarak sunulur. Ancak bu genel yargının, siyasal analiz açısından daha derinlemesine değerlendirilmesi gerekir.
Siyaset bilimi perspektifinden bakıldığında, bir ideolojiyi temsil eden çok sayıda siyasi partinin varlığı, o ideolojinin iktidara gelememesinin nedeni değil; aksine, çoğu zaman sonucudur. Yani parçalanmışlık, başarısızlığın bir nedeni değil, onun semptomudur. Dolayısıyla, Türkiye’deki sol hareketlerin çok sayıda fraksiyona bölünmesini, doğrudan iktidara gelememe nedenine indirgemek, meseleyi yüzeysel ele almak olur. Gerçekte, bu bölünmüşlüğün arkasında yatan daha derin sosyo-politik dinamikler göz önünde bulundurulmalıdır.
Marksist ideoloji, toplumu iki ana sınıfa ayırarak inceler: Burjuvazi ve proletarya. Bu yaklaşım doğrultusunda, Marksizm, proletaryanın ideolojisi olarak konumlanır. Dolayısıyla, Marksist düşünceye dayanan siyasi hareketlerin, doğası gereği kitle partisi niteliği taşıması ve işçi sınıfıyla organik bir bağ kurması beklenir. Ancak Türkiye’deki sol hareketler, bu bağlamda istenilen düzeyde bir kitle hareketine dönüşememiştir. Toplumsal tabanla kurulamayan güçlü ilişkiler, solun marjinalleşmesine ve gündemi belirleyici bir aktör haline gelememesine neden olmuştur.
Türk siyasal tarihinde, sol adına önemli bir dönüm noktası, 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi’dir. TİP, özellikle 1962 yılında Mehmet Ali Aybar’ın genel başkanlığa gelmesiyle birlikte büyük bir ivme kazanmıştır. Kuruluşundan kısa bir süre sonra 1965 genel seçimlerinde yüzde 2,97 oy oranıyla 15 milletvekili çıkararak, sosyalist sol açısından tarihî bir sonuca imza atmıştır. Bu başarı, Türkiye’de solun kitleselleşmesi yönünde sol hareketlere hareket alanı açmıştır. Ancak bu ivme uzun vadede sürdürülememiştir.
Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye’de solun ana akım bir siyasal hareket haline gelememesinin temel sebeplerinden biri, halkla temas kurmakta yaşadığı zorluktur. Bu durumun farkına varan önemli isimlerden biri de Türk solunun önemli düşünürlerinden İdris Küçükömer’dir. Küçükömer, Türkiye’deki solun, aslında gerçek anlamda sol olmadığını savunmuş; “Türkiye’de sol sağdır, sağ soldur” sözüyle bu paradoksal durumu çarpıcı bir şekilde özetlemiştir. Bu ifade, Türk solunun halka yabancılaşmış yapısını sorgulayan önemli bir eleştiridir.
Türk solunun halktan kopuk bir hareket olmasının temel sebeplerinden biri, iktisadi değil, kültürel bir zemine dayanmasıdır. Bu durumu temellendirmek için sol hareketlerin yöneticilerinin ve önde gelen figürlerinin genellikle toplumun alt sınıflarından değil, orta sınıflarından gelen kişiler olması gösterilebilir. Türkiye’de solun, bir işçi hareketinden çok, üniversite mezunu, seküler, kentli kesimlerin önderliğinde şekillenmesinin ardında da bu kültürel yön ağır basmaktadır.
Bu bağlamda, Türk solu, işçi sınıfının doğrudan temsilcisi olmak yerine, elitlerin öncülüğünde gelişen bir düşünce hareketi halini almıştır. Dolayısıyla sol, emekçi sınıfların yaşadığı gündelik sorunlarla güçlü ve sürekli bir temas kurmakta zorlanmış, halk tabanıyla arasında mesafe oluşmuştur. Bu mesafe, solun kitlelerle bütünleşmesini ve geniş halk kesimlerinin desteğini kazanmasını da büyük ölçüde engellemiştir.
Türk solu, halkla olan bağının zayıf olduğunu fark ettiğinde, halkla doğrudan ilişki kurmak yerine, elit kesimlerle iş birliği yapmayı tercih etmiştir. Bunun temelinde, sol hareketlerin halkın istenilen bilinç düzeyine kolay ulaşamayacağına dair taşıdığı inanç yatmaktadır. Bu nedenle birçok sol hareket, halktan ziyade “zinde kuvvetler” olarak tanımlanan elit odaklarla ilişki geliştirmeye çalışmış, iktidara bu yolla ulaşmayı hedeflemiştir.
Vatandaş versus Halk
Bu yaklaşım, halkı siyasetin öznesi olarak görmek yerine, onun adına karar verilmesi gerektiği düşüncesini beslemiştir. Bu anlayışın çarpıcı örneklerinden biri, 1980’li yıllarda Florya Plajı’nın halka açılması üzerine bir gazetenin attığı “Halk plajlara akın etti, vatandaş perişan!” başlığıdır. Bu manşet, halkın değil, “vatandaş”ın devletin gerçek sahibi olarak görüldüğünün açık bir göstergesidir.
Türkiye’de “vatandaş” kavramı, çoğu zaman halkın içinden bir bireyi değil; devleti temsil eden, aydın, yol gösterici ve hatta halâskâr bir figürü ima eder. Bu tanım çerçevesinde “vatandaş”, halka rağmen halk için hareket eden, devletle özdeşleşmiş bir tipolojiye işaret ederken halk ise bilinçsiz, eğitimsiz, yönlendirilmesi gereken bir topluluktur. Söz konusu elitist bakış açısı, halkın kendi iradesiyle karar veremeyeceği ve mutlaka bir rehberliğe ihtiyaç duyduğu yönünde bir anlayış üretmiştir.
Türk solunun önemli sorunlarından biri de halkı küçümseyen bu kesimlerle yakın ilişki kurmuş olmasıdır. Bu da solun, halk nezdinde güven ve samimiyet kaybetmesine yol açmıştır. Bu konuyu eleştiren düşünürlerden biri olan İdris Küçükömer, Türk solunun doğası gereği halkla daha yakın ilişkiler kurması gerektiğini savunmuştur. Küçükömer’e göre, solun, aslında halkın değerleriyle daha uyumlu olan doğucu-İslamcı kesimlerle diyalog kurması beklenirdi. Ancak Türk solu, halkı edilgen bir varlık olarak gören Batıcı-laik çevrelerle iş birliğine gitmiştir.
2023 seçimlerine katılan sol partiler (Türkiye İşçi Partisi, Sol Parti, Türkiye Komünist Hareketi, Türkiye Komünist Partisi, Halkın Kurtuluş Partisi) aldıkları oy oranlarıyla, Türk solunun halkla kurduğu ilişkiye dair önemli ipuçları sunmaktadır. Bu partilerin toplam oylarıyla İstanbul’da en yüksek desteği aldığı ilçeler, Adalar (%9,98) ve Kadıköy (%9,93) gibi daha seküler ve ekonomik olarak orta-üst sınıfın yoğun yaşadığı bölgeler olmuştur. Buna karşılık, yoksul ve emekçi sınıfların yoğunlukta olduğu Esenyurt (%4,1), Zeytinburnu (%2,88) ve Bağcılar (%2,66) gibi ilçelerde oy oranı düşük kalmıştır. Türkiye genelinde bu partilerin aldığı toplam oy oranı (%2,08), solun halkla kurduğu ilişkiyi daha trajik biçimde ortaya koymaktadır.
Bu dağılım, Türk solunun kendisini bir kitle hareketinden çok, kültürel bir oluşum olarak konumlandırmasının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Oysa Marksist teori, toplumsal yapıyı “altyapı” ve “üstyapı” şeklinde iki temel kategoriye ayırır; burada altyapı ekonomi, üstyapı ise kültür, hukuk, ideoloji gibi öğeleri kapsar. Marksizm’e göre toplumsal ilişkileri belirleyen asıl unsur ekonomik yapı, yani altyapıdır. Bu bağlamda Marksist düşüncenin karşısındaki temel öteki, burjuvazi ve kapitalist üretim ilişkileridir.
Ancak Türk solunda bu yapı tersine çevrilmiş gibidir. Burada kültür, belirleyici unsur haline gelmiş; ekonomi ise ikincil planda kalmıştır. Böylece Türk solu, ötekisini kapitalist sınıftan ziyade “kültürsüz” olarak gördüğü halk içindeki kesimlerden seçmiştir. Bu durum, solun geniş halk kitleleriyle bağ kurmasını zorlaştırmış; onları küçümseyen, yönlendirilmesi gereken bir kesim olarak görmesine yol açmıştır.
Tarihin ironisi de burada kendini göstermektedir: Kültürel elitizm üzerinden halktan uzaklaşan Türk solu, halkla bağ kurmak yerine zaman zaman burjuvazinin desteğine başvurmuş ve onunla yan yana durmaktan çekinmemiştir. Bu da Türk solunun, teorik olarak savunduğu halk temelli mücadele anlayışıyla pratikte ortaya koyduğu siyasal tavır arasındaki çelişkiyi gözler önüne sermektedir.
İşte tam da bu noktada, şu sorunun sorulması kaçınılmazdır: Halkı kaybeden sol, kimi kazandı? Elitleri mi? Burjuvayı mı? Aydınları mı? Belki hepsi. Ama bir şeyi kesin olarak kaybetti: İktidar ihtimalini doğuran, sokakta, fabrikada, tarlada yaşayan gerçek halkı.